Oryantalist dilin en çok etkilediği konulardan biri de hiç kuşkusuz Peygamberimizle ilgili yazılıp söylenenlerdi. Peygamberimizin peygamberliğinden, getirdiği kitaba, aile hayatından, insani davranışlarına pek çok konu malum çarpıtmaya konu edildi.

ıristiyanlar 12 ve 13. yüzyıldan itibaren İslam’la ilgili ciddi araştırmalara girişip, “çarpıtılmış bir İslam” imajı yarattılar. Bununla  amaçları, her ne kadar Müslümanlar askeri ve kültürel  açıdan üstün olsalar da kendilerinin onlardan daha üstün bir dine sahip olduklarınıdindaşlarına hissettirmekti. Bir başka deyişle, Haçlı seferleriyle bir İslam algısı oluşturuldu ve bu Avrupalıların zihninde sürekli yaşatıldı. Oryantalist araştırmalar da, bu imajı beslemekten başka bir şey yapmadı.

Oryantalizm Müslümanları tanımlarken belli bir dil inşa etti. Netice itibariyle dışarıdan bir bakıştı oryantalistlerinki. Bir nesneydi onlar için İslam. Bir nesneydi ama sözde nesnellik hiçbir zaman İslamî araştırmalarda işletilmedi

Öncelikle Müslümanlar onlar için bir “öteki”dir. Avrupa’nın periferisindeki toplumlardan biri. Batının coğrafî tanımlarına göre, İslam Dünyası (Muslim world). Çok geçmez, bizde de aynıyla kullanılır tanımlama. Hem de Ümmet-i Muhammed gibi bütün yeryüzü Müslümanlarını kuşatıcı bir mefhumun yerini işgal ederek. Sahi nereden başlayıp nerede biter İslam dünyası? Afrika’da, Asya’da  nereye kadar uzanır sınırları? Avrupa ve Amerika, Rusya’daki Müslümanlar bu sınırların neresinde yer alırlar?

İslam, oryantalistler için dinlerden bir dindir. Araştırılacak ve Avrupa insanın zihnindeki çarpık imajı taze tutulacak bir din. Dolayısıylaİslam Dini kavramı kullanılır burada. Ancak çok geçmeden biz de “Allah katında din İslam’dır” anlayışının bir tezahürü olan Din’in, Din-i Mübin’in yerini, İslam Dini’ne terk ederiz. Hâlbuki koca tarihimizde İslam Dini adında bir tek kitap yazılmamıştır. (Ahmet Hamdi Akseki’nin İslam Dini hariç. Zaten bu kitap da yenilikçi fikirlerin etkisiyle yazılmıştır.)

Çokça kullandığımız İslam âlimi terkibi de bu süreçte çıkmış olmalı. Hâlbuki âlim (ç. ulema) Kur’an-ı Kerim’in bir kelimesidir ve bize hastır. Âlimin İslam’la nitelendirilmesi gerekmiyor. Başka bir dinin âlimi olmaz, olursa da âlim olmaz. (Yahudî bilginiyse, ahbâr, rabbânî; Hıristiyan bilginiyse, papaz, piskopos olur.)

Bu anlayışın devamı niteliğinde diğer bazı kavramlar da dönüşmüştür. Sözgelimi Müslümanların İslam’ın yayılması için giriştikleri İlay-ı kelimetullah mefhumu, kültür ve medeniyetlerini taşıma anlayışına, dönüşmüştür. Tıpkı Batılıların ötekini medenileştirme(!) girişimleri gibi. İslam’ın yaşanmasına yönelik faaliyetler ve bunun mahsulleri de bir medeniyet inşası anlayışına dönüşmüştür. Yani Batı’da dinin medeniyete dönüştürülmesi, bizde de benzer bir algıya sebep olmuştur. (Bizde “Medeniyet” kelimesinin Tanzimat’tansonra türetilmiş olması bir tesadüf değildir herhâlde.) Hâlbuki İslam bir medeniyet inşası çabasında olmamıştır. İbn  Haldun’un dediği gibi umran, sınıflaşmanın, servetin belli ellerde toplanmasının, aşırı lüks ve debdebenin bir ürünü olup bunlar da   İslam’ın kabul edemeyeceği şeylerdir.

Oryantalist dilin en çok etkilediği konulardan biri de hiç kuşkusuz Peygamberimizle ilgili yazılıp söylenenlerdi. Peygamberimizin peygamberliğinden, getirdiğikitaba, aile hayatından, insani davranışlarına  pek çok konu malum çarpıtmaya konu edildi. Bunların  Müslümanlara intikal etmesi ve pozitivist aydınlar vasıtasıyla yayılması gecikmedi. Bu bir tarafa, oryanatalistler tarafından kullanılan dil, bir takım Müslümanlarca özellikle de Ümmet-i Muhammed’i ıslaha namzet gören aydınlarca kullanıldı. Bu süreçte, Rasûl-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, Muhammed’e, en iyi ifadeyle Hz. Muhammed ’e dönüştürüldü. (Üç Muhammed -İki Tasavvur Bir Gerçek- böylesi dışarıdan bir bakışın işaretlerini vermiyor mu?)

Bu kitap, Müslümanların Peygamber tasavvurlarını “aşırı yüceltmeci” buluyor; Ümmet-i Muhammed’in yüzyıllarca, Peygamber muhabbetini besleyen, ona karşı derin hürmetlerini şekillendiren Kadı İyaz’ın Şifa-i Şerif’i, İmam Suyuti’nin el-Hasâisü’l-Kübra’sı gibi eserleri hedef gösteriyor. Kendi zihniyetine aykırı gelen örnekleri seçip bunları ilmî kıstaslardan uzak, yüzeysel değerlendirmelere tabi tutuyor. Sonra da bu kitapları kurgulanmış peygamber tasavvurunun mahsulleri olarak yaftalıyor. İkinci bir tasavvur olarak da daha çok Batının rasyonalist ve pozitivist anlayışından beslenen bir bakış açısını ele alıyor. Bu nevzuhur anlayışı, kadim anlayışa denk görüp terazinin bir kefesine birini, öbür kefesine diğerini koyuyor. Sonra da güya gerçek Muhammed’in niteliklerini koyuyor ortaya.

Aslında bu, gerçek İslam, müfessirlerin etrafına ördüğü fazlalık yüklerden arındırılmış Kur’an/tefsir söylemlerinin bir devamıdır. Bu zihniyete göre, yüzyıllardır Müslümanım diyen geçmişler, gerçek İslam’ı çarpıtmışlar, Kur’an’ı anlama yoluna engeller koymuşlar, Hz. Peygamber’i göklere çıkarmışlardı. İslam’ı hurafelerle, bid’atlerle, israiliyyatla doldurmuşlardı.Temizlemek de onlara düşüyordu tabii.

Mesela salâvatı bile hedef tahtasına koyar bu anlayış. Güya Peygambere salât, Hz. Peygamberi desteklemek, onun dini için fiili duada bulunmak anlamına geliyor. Efendimizin ismi anıldığında salâtü selam getirilmesi gerektiğine dair onca hadis nasıl tevil  ediliyor anlamak güç doğrusu? Ümmet’in on beş asırdır, Efendimiz ’le deruni muhabbet bağı olan salâvat, niçin böyle bir anlama çekiliyor ki?

İzahı çok basit aslında: Salavât, zikir gibi uygulamalar güya Müslümanları miskinliğe, tembelliğe sürüklemektedir. Dolayısıyla bunlar, Müslümanları harekete geçirecek şekilde anlaşılmalı ve Müslümanlar düştükleri kötü durumdan kurtarılmalıdır. Yani Müslüman’ın mânâ derinliğinin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur burada. Esasen işin aslı 19. yüzyılın kılıç artığı ilerlemegeri kalma söylemlerine varıp dayanıyor. Malum ya, Müslümanlar niçin geri kaldı sorusu; fukahanın dini donuklaştırması, mutasavvıfların insanları miskinleştirmesiyle açıklanmıştı o zamanlar.

Buhurizade Mustafa Itrî’nin dilimizden düşürmediğimiz, yüreklerimizi Peygamber aşkıyla cuşa getiren salâvat-ı şerifine yer yoktur bu anlayışta. Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Şerifi bidatten başka bir şey değildir. Tıpkı Mevlid kandili gibi. İlla bu geceler kutlanacaksa, bunlar Peygamberi anlamaya bir vesile yapılmalı, anmadan anlamaya geçilmelidir. Yani salâvatlarla, ilahilerle, kasidelerle Peygamberi anmanın, onun sevgisiyle gözyaşı dökmenin hiçbir değeri yoktur. Peygamberimiz mutlaka anlamanın, yani aklın konusu yapılmalıdır.  

Netice itibariyle bunlar, kendi mazisine şaşı bakan köksüz bir zihniyetin hezeyanlarıdır. Bu, Müslümanların on beş asırdır ürettiği değerleri, meydana getirdiği manevi dokuyu parçalama girişimidir. Daha da ötesi, yeni bir inşa adına, koca bir geleneğe, bir milletin İslam tasavvuruna, deruni Peygamber muhabbetine savaş açmaktır

Gelin biz “atalara uyarak”, sözümüzün başına salâtü selamı koymaya devam edelim;

Ol Seyyidü’l-kevneyn Muhammed Mustafa’ya salavât!
Ol Rasûlü’s-sekaleyn Muhammed Mustafa’ya salavât!
Ol İmâmü’l-Haremeyn Muhammed Mustafa’ya salavât!
Ol Ceddü’l-Haseneyn Muhammed Mustafa’ya salavât!

Sözümüzün sonu da şefaatini dilemek olsun;

Şefaat ya Rasûlallah!
Meded ya Rasûlallah!
Dahîlek ya Rasûlallah!


Mesut Kaya'ın Yazısı.