Soruyorsun: Bu kadar sıkıntı, fitne ve kargaşa yaşıyoruz, bizi dünya hâlâ bekliyor olabilir mi? Hiç şüphen olmasın; tam da böyle olduğu için dünya hâlâ bizi bekliyor. Bu kadar sıkıntı, fitne ve kargaşa tam da biz kuyruğa girmeyi reddettiğimiz için kopuyor.

Yer Atlantik ötesi. Ortadoğu üzerine çalışmaları ile tanınan bir kuruluşun düzenlediği seminer programı. İran’da muhtemel bir krize ilişkin senaryolar tartışılıyor. Tartışanlar, böylesi “muhtemel” bir krizden en çok etkilenecek çevre ülkelerin çeşitli düzeylerdeki güvenlik mensupları. Tartıştıranlar ise böylesi “muhtemel” bir krizden çıkarlarının nasıl etkileneceğini anlamaya çalışan ev sahipleri; aralarında akademisyenler ve kamu yetkilileri var. Tartışılan senaryo mudur, plan mıdır yoksa proje midir, bunu tartışanların kestirmesi kolay değil. Semineri bu şekilde kurgulayanların belli bir öngörüleri var ama. Zaten senaryoların tartışıldığı bu program hem öngören, hem şekillendiren ve hem de hizaya getiren muhtevası ile bizatihi bir projedir. Dünyanın jandarmasını ve bu jandarmanın gücünü zihinlere kazımayı amaçlayan bir eğitim ve terbiye projesi…

Bir tür beyin fırtınası şeklinde geçen seminerin son günü. Semineri başından bu yana idare eden üniformalı, katılımcılara katkılarından ötürü teşekkür ettikten sonra bir duyuru yapıyor: Katılımcılara ödenecek harcırahlar dışarıda kurulan stanttan dağıtılmaktadır. Seminer salonunda bir hareketlenme oluyor. Katılımcılar dışarıdaki standın önünde kuyruğa giriyorlar. Bangladeşli albay, Pakistanlı polis amiri, Ürdünlü emniyet mensubu, Iraklı istihbaratçı, Katarlı güvenlikçi, her biri memleketinin edası ve duruşu ile sanki aynası gibi duran, bir on sene sonrasının ülkelerinin idaresinde önemli yerlere gelecek bu bürokratlar, misafir oldukları bu kocaman ülkede, fikri katkılarından ötürü kendilerine ödenecek para için hizadadırlar şimdi.

Türkiye’yi temsilen giden iki katılımcıdan birisi kuyruğa doğru hareketlenmişken diğeri onu kolundan tutuyor:

- Girmeyeceğiz o kuyruğa?

- Neden abi?

- Madem para verecekler, gelsinler kendileri elleri ile versinler. Kuyruğa girerek kendimi ve milletimi alçaltamam.

- Ama…

- Girmeyeceğiz!

- Peki abi, sen bilirsin.

Aralarındaki kısa ve seri tartışma kuyrukta sükûnetle sırasını bekleyenlerin dikkatini çekiyor. Özellikle de ağabey konumundakinin sert bakışlarına takılıyor kimisi. O bakışlar içlerinde bir şeyler kımıldatıyor. Kimisi rahatsızlanıyor. Keyfi kaçan da var, bir tür ferahlama yaşayan da… Bir anlık hissiyatlar bunlar, fazla değil. Kimsenin sebebini araştıracak, niye böyle diye bir şey soracak durumu yok. Bu soğuk binanın, bu kurallar ve teamüller ortamının ve bu neyi nasıl yapmak gerektiğini sözsüz, sessiz dikte eden suni yapının içerisinde bu soruların anlamı yok. Bunu anlamak ve anlatmak için başka bir kurgu lazım. Bunun için ezberlerin bozulması, kartların yeniden karılması ve oyunun sil baştan tekrar başlaması lazım. Buna ise kimsenin mecali yok.

Öğleden sonraki oturumda üniformalı yetkili bir duyurusu olduğunu söyleyerek tekrar sahneye çıkıyor. Buz gibi bir sesle söylediği açık ve nettir:

- Arkadaşlar aranızda harcırahlarını almayanlar var.

Herkes birbirine bakıyor. Aslında herkes gayrı ihtiyari aynı yere bakıyor, çünkü harcırahlarını kimlerin almadığını herkes biliyor. O üniformalı da biliyor bunu. Bakışlarının sabitlendiği yerden bellidir bu. Birkaç saat önceki kuyruğa girmeyen iki katılımcı kendilerine yönelmiş bakışlardan rahatsız değiller. Aksine, neyi niye yaptıklarının haklı tavrı ile misliyle mukabele ediyorlar. Şimdi ortada bir göz savaşı vardır. Sessizlik uzamakta ama o anda gelip giden nazarlar keskin bıçak gibi ortalığı kana bulamaktadır. Orada efendilik ve köleliğin kanlı tarihinin yeniden okunduğu bir fasıl yaşanmaktadır.

Ne olacaksak kuyruğa girmeyi reddettiğimiz için olacak. Bizi bekleyen de bunun için bekliyor, bize diş bileyen de bunun için diş biliyor.

Ne zaman sonra üniformalı gözlerini salona çeviriyor ve tekrar konuşuyor:

- Arkadaşlar harcırahlarını kimin almadığını biz biliyoruz.

Üniformalının gözleri yine aynı yere sabitleniyor. Gözlerinin sabitlendiği yerde bulduğu yine aynı gözlerdir. Bu bakışların birbirine bu kadar keskin ifadelerle söyledikleri nedir? Bu bilenmişlik, bu öfke ve bu keskinlik nedendir? Şimdi ortada bir anlam savaşı vardır. Sessizlik uzamakta ama o anda gözlerin sahiplerine arız olup kalbe inen düşünceler elmas kaplı masat gibi ruhları bilemektedir. Orada tutup dünyayı burnundan, kendi hakikatine doğru götürecek bir iradenin ayağa kalkışı ve fakat bunu istemeyen bir başka iradenin onun karşısında ayak direyişi vardır.

Ne zaman sonra üniformalı gözlerini salona çeviriyor, sağ eli ile biraz önce gözlerinin sabitlendiği yeri işaret ederek konuşuyor:

- Arkadaşlar harcırahlarını almayanlar Türk arkadaşlarınızdır.

O an ilginç bir şey oluyor. Bir tür suçlu gösterme edası ile ifşa edilen o iki katılımcıyı da şaşırtan bir şey… Salonda müthiş bir alkış kopuyor. Bangladeşli albay, Pakistanlı polis amiri, Ürdünlü emniyet mensubu, Iraklı istihbaratçı, Katarlı güvenlikçi, her biri memleketinin edası ve duruşu ile aynası gibi duran, bir on sene sonrasının ülkelerinin idaresinde önemli yerlere gelecek o bürokratları, Ortadoğu’nun, o mazlum coğrafyanın evlatları bir zamanlar aynı bayrağın, aynı vatanın, aynı toprağın mensubu oldukları bu Türk kardeşlerini içlerinden nasıl ve ne şekilde geldiğini bilemedikleri bir hissiyatla, çılgınca alkışlıyorlar. Niye alkışlıyorlar, bilmiyorlar. Belki anlatamıyor, söyleyemiyorlar. Bazı şeyler zaten böyledir. Anlatılmaz, söylenmez ama bilinir. Burada da öyle bir şey oluyor. Sanki herkes aslına dönüyor. Kim olduğunu hatırlıyor. Bunun için bir şık hareket, bir asil duruş yetiyor da artıyor. O asil duruş, içlerinde bastırılmış bir asaleti tetikliyor. Sanki bir volkan patlıyor. Salon alkıştan yıkılırken birbirlerine keskin bıçak gibi bakan iki taraf ve o iki taraftan birine aklıyla diğerine kalbiyle mensup diğer taraflar neyin ne olduğunu, aslında olanın bitenin dünden farklı olmadığını kendilerine bir kez daha hatırlatıyorlar. Bu soğuk binanın, bu kurallar ve teamüller ortamının ve bu neyi nasıl yapmak gerektiğini sözsüz, sessiz dikte eden suni yapının içerisinde o hatıra düşen nedir? Nedir o bir anda kime kim olduğunu hatırlatan ve suni tarafları bertaraf ederek, herkesi asli ve hakiki mecrasına bir anda koyan nedir?

Nedir?

Bu anlatılabilecek, izah edilebilecek ya da teorisi yapılacak bir şey değildir kardeşim… Çünkü bu kafa gözü ya da görüşü ile anlaşılacak bir şey değildir; bu bir duruştur, bir haldir ki ancak kalp gözü ve görüşü ile idrak edilebilir. Bu içten kopup gelen bir şeydir ki oyunu hiç ummadığın bir anda ve şekilde yeniden kurabilir. Ezberleri bir anda bozabilir. Bu böyle gitmez der ve dedirtebilir. Bu hal, kuyruk olmayı, kuyruğa girmeyi, kuyrukta beklemeyi reddettirir. “Bir dakika” diye araya girdirtir ve söyletir söyleteceğini.

Soruyorsun: Bu kadar sıkıntı, fitne ve kargaşa yaşıyoruz, bizi dünya hâlâ bekliyor olabilir mi? Hiç şüphen olmasın; tam da böyle olduğu için dünya hâlâ bizi bekliyor. Bu kadar sıkıntı, fitne ve kargaşa tam da biz kuyruğa girmeyi reddettiğimiz için kopuyor. Ne oluyor, niye oluyor, bunun cevabı, senin kalbinle yöneldiğin her yerdedir, çünkü orada merhametin, adaletin ve şefkatin siyaseti vardır. Bu siyaset vicdanların kanadığı yerde yeşerir, menfaatlerin çakıştığı yerde pörsür. Biz o siyaseti anladığımız ya da anlatabildiğimiz bir şey olarak görmedik; biz o siyaseti ağladığımız ve ağlandığını gördüğümüz yerde kalbimizden fışkırıp bütün azalarımızı sarsan bir şey olarak hissettik. Biz orada var olduk. Oradan yürüdük dünyanın üstüne. Dünya önümüze, dizlerinin üstüne oradan düştü. Orası, kuyruğa girmeyi, reddettiğimiz yerdir.

Ne oluyorsa kardeşim, kuyruğa girmeyi reddettiğimiz için oluyor. Ne olacaksak kuyruğa girmeyi reddettiğimiz için olacak. Bizi bekleyen de bunun için bekliyor, bize diş bileyen de bunun için diş biliyor.


Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.