Meşhur Hastalık ya da Meşhur Hastalığı
Ömer Öztürk
Meşhur hastalık, asrımızın en meşhur hastalığıdır; ne kanser, ne AIDS, ne de nevzuhur etmesi muhtemel başka bir batıl maraz bu hastalıkla rekabet edebilir.
Peki, nedir bu meşhur hastalık? Meşhur hastalık, meşhur hastalık sıfat tamlamasının belirtisiz isim tamlaması hâline getirilmesiyle oluşturulur. Yâni, bu hesaba göre meşhur hastalık, Meşhur Hastalığı, bir başka ve uydurma deyişle Ünlü Hastalığı’dır.
Bu hastalığın en basit ve en bâriz belirtileri, kişinin öz ve yüce kişiliğini ayaklar altına alıp, ekranda, orda-burda görmüş olduğu ve muhtemelen kendine bile faydası olmayan bir ahir zaman popüler kişisine rastladığı ilk yerde “abi ben sizin hayranınızım,” demesi, her gördüğü yerde ona el sallamasıdır.
Cemiyetimiz için ne hazin, ne kadar esef edilecek bir hâldir ki, her beş fertten dördü bu hastalığa yakalanır. Çünkü maalesef her beş kişiden dördü okumuyor, araştırmıyor, ilim öğrenmiyor ve vaktini boş şeylerle heba ediyordur.
Bu hastalığa yakalananlar bir Pazar günü bile yapacak daha faydalı iş bulamaz ve bir ahir zaman futbol takımına bağlılık sunmak için yollara dökülür, trafiği tıkar, masum insanları işlerinden-güçlerinden ederler. Yoğurtçu Parkı’nda dikili Lefter Küçükandonyadis heykeli etrafında ayin yaparlar. Forma, kaşkol, bere v.s. satın alıp birilerini durmadan zengin ederler. Böyleleri ekseriyetle fâni ömürlerini esâslı bir mefkûre (ideal) peşinde değil de, bir seferlik transfer ücretiyle yetişmiş bir profesörün en az yirmi yıllık maaşını iç eden şımarık bir futbolcunun peşinde tüketirler.
Meşhur hastalık, bilhassa evropada, amerikanyada yeni yetmelerin, yâni gençlerin zihinlerine musallat olur, onları esir alır. Meselâ, hayata adım attığında kendi hastalıklı muhitinin bütün fena âdetlerini benimseyen bir genç kız, muhtemelen bir esrar tribinden diğerine mekik dokuyan, ayyaş bir pop yıldızının konserinde çığlık atar, affedersiniz, o zata çamaşırlarını bile fırlatır.
Bu hastalık, arası çok geçmez, bizim gençlerimize de sirayet ediverir. Zamanında eşi görülmedik bir fedakârlıkla cepheye cephane ve erzâk taşıyan Kara Fatma’ların, Nene Hatun’ların kimi torunları, Justin Karabiber’in konserinde elin keferesine biraz fazla sokulunca, bu zatın “Türk kızları ter kokuyor” hakaretine maruz kalmak talihsizliğine uğrarlar.
Söyleyene değil, söyletene bakmalı.
Bunların bir de erkek versiyonları vardır ki, baba lakaplı, dolar milyoneri arabeskçilerin konserlerinde göğüslerini jiletle doğramaktan hususi bir zevk alırlar.
Birkaç gün önce, arşivimi karıştırırken, elime tam da konumuzla taban tabana örtüşen çok eski bir gazete kupürü geçti. Mâzinin meşhur edilmiş Adamo nâm Fransız şakıcısına bir genç kız hayranı mektup yazıyor, velâkin hikmetli (!) mektubuna cevap alamayınca bunalıma girip intihara teşebbüs ediyor.
Şu hazin hayat sahnesinin, bilmem, neresini düzeltmeli. Neresinden tutsan elinde kalır. Bir kimse tanımadığı bir kimseye niye mektup yazar? En önemlisi cevap alamayacağını hiç düşünmez mi?
Alamaz zira bu efendinin bu genç kız gibi kendisine mektup döşenen saftorik hayranlarının haddi-hesabı bulunmaz. Hangi birine cevap yazsın? Hem neden yazsın?
Yazmaz, yazamaz, zira onun o sahte tebessümleri, sağa-sola yapmacık agucukları hep ama hep çantalar dolusu paracıkların hatırınadır.
GENÇ'ın Yazısı.