Hamlin’in hikâyesi, kâinattaki cârî kanunlara -ki biz onlara Sünnetullah diyoruz- uyum gösterenin, hayatın kazananı olacağını gösteren ibretli bir örnektir. Misyonerin himmeti olur mu demeyin, o himmet 150 senedir Boğaz’da, Fatih’in yadigârı hisar ile birlikte bizi seyrediyor. Daha doğrusu o hisar böğründe tepinenlerle çaresizce seyrediyor, diğeri harıl harıl insan yetiştiriyor.

Misyonerin de himmeti olur. Himmet; gayret, çaba, azim, yardım ve yüksek irade anlamlarına geliyorsa değil misyonerin en muzır insanın bile himmeti olur. Bütün kaybına rağmen “başımı versem dahi vazgeçmem” diyen kumarbazdaki tavır eksi sonsuza bile yönelmiş de olsa bir himmet tavrıdır.

Bir dâvâsı olan herkesin himmeti vardır. Hayattan muradın ne olduğu noktasında bir cevabı olanlar, buna dair azim ve gayretle yola düşmüşlerse onlar himmetlerini âlî tutmayı seçmiş insanlardır. Himmeti âlî olanın ise eseri kendisi ile sınırlı kalmaz. Allah onu ve eserini alır, sonrakilere ibret numunesi olarak muhafaza eder. Geriden gelenler bakıp himmet nasıl olur, nasıl olmaz, bunu tayin etsinler diye…

Amerikalı bir misyoner olan Cyrus Hamlin, himmeti kendisini aşmış ilginç bir insandır. Öyle ki himmeti bugün İstanbul’da, boğazın en güzel yerinde tecessüm etmiş, dimdik ayakta durmaktadır. Tecessüm etmiş himmet, sadece üstünde adının yazılı olduğu binalar ya da bir gelenek değildir, aynı zamanda bir zihniyettir de… Bu zihniyet sadece Hamlin’in açtığı eğitim kurumları ile sınırlı kalmamış, bütün milletimize tesir etmiş, çocuğumuzu alıp elimizden kendisinin yapmış ve sonra dönüp bizi idareye talip olmuş, buna muvaffak da olmuş, böylece kaderimize tesir etmiş bir zihniyettir. Hamlin bugünün Boğaziçi Üniversitesi’ne temel teşkil eden Robert Koleji’nin kurucusudur. Bu misyoneri tanımak aslında bizi mefluç ve mahkûm eden zihniyetin içimize nasıl nüfuz ettiğini anlamaya girişmek demektir. Hamlin, bu zihniyetin sürükleyici/öncü insan tipine dair öğretici bir örnektir. Bir dâvâya inanmış insanlar ne tür zorluklarla karşılaşır, bu zorluklar karşısında ne tür refleksler geliştirir ve en önemlisi eserlerini nasıl kalıcı ve sürekli hale getirirler? İşte bu soruların cevabı Hamlin’in hayatı ve mücadelesinde saklıdır.

Hamlin’in hayatından çıkartacağımız dört ders bize bu soruların cevabını verebilir. Bu dersler, hayatta ne yapması gerektiğinin farkına varmış ve hakkındaki muradın peşine düşmüş dertli insanların az çok aşina olduğu derslerdir. Çünkü sözü olan ve bu sözünü başkalarının hayatı yapmak isteyen herkesin karşılaşacağı potansiyel problem alanları temelde aynıdır. Bunları ele almak, at izinin it izine karıştığı şu vasatta çok daha anlamlı olabilir. Ama gelin görün ki aynı vasat sükûtu, sözden kıymetli hâle getirdiği için meram yanlış da anlaşılabilir. Hamlin gibi dâvâsını yaymak derdindeki bir misyonerin bugün de cârî bir takım problem alanlarına kendince getirdiği çözüm önerileri bizim için neden önemli olsun ki denebilir, mesela… Bu soruyu anlamlı bulanlara tekrar aynı şeyi hatırlatacağım. Lütfen Boğaz’ın en güzel yerindeki o eğitim kurumuna ve bu eğitim kurumunun 150 sene boyunca eğitim, kültür, sanat, medya, iş ve diplomasi hayatımızdaki tesirine dönüp bakınız. Orada nam-ı celil-i Peygamberiyi toprağa nakşeden güzel kumandanın kemiklerini sızlatan bir “karşı devrim” faaliyeti görebiliyor musunuz? Öyleyse Hamlin’i lütfen es geçmeyiniz. “Ne alâkası var” diyenlerdenseniz, bu yazının muhatabı siz değilsiniz, siz başka bir yere geçebilirsiniz.

Cyrus Hamlin 1811’de çiftçi bir ailenin çocuğu olarak doğmuş. 16 yaşında bir mücevhercinin yanına çırak olarak girmiş, akabinde bir misyoner teşkilatı olan American Board Kuruluşu’nun himayesindeki okullarda dini eğitim almış. Bu teşkilat onu 29 yaşında iken ilk görev yeri olan Osmanlı payitahtına göndermiş. İstanbul’da 37 sene kalmış ve ilk olarak o zaman bir Ermeni Mahallesi olan Bebek’te bir ilahiyat okulu açmış. Burada geçirdiği zaman zarfında önceleri mahallelinin tepkisini çekmiş ama zamanla kendini ve kurumunu sevdirmeyi başarmış. Herkesin her işine koşmuş, gerek teknik ve gerekse insani anlamda yaptığı yardımlarla etrafındakilerin sempatisini kazanmış. Okuluna kabul ettiği öğrencilere sadece dini eğitim değil, mesleki eğitim de vererek çok yönlü yetişmelerini hedeflemiş. Bunları yaparken en büyük yardımcısı da karısı olmuş. Beraber bir taraftan çocuklarını büyütürlerken, diğer taraftan okulun aşçılığını ve temizliğini yapmışlar. Hamlin, yaptığı faaliyetlerin hacmi büyüyünce ortaya çıkan kaynak ihtiyacını gidermek için bir çare düşünmüş. Bağlı olduğu misyoner kuruluşun itirazlarına rağmen bir fırın açarak ekmek yapım işine girmiş. Kısa zamanda kalitesi ile rağbet gören bu fırın Kırım Savaşı esnasında İngiliz ordu hastanesinin ekmek ihtiyacını karşılamış. Bu gayretkeş Amerikalı bu süreçte tabii sadece masum eğitim işleri ile uğraşmakla kalmamış. Dikkat buyurun, bir misyonerden söz ediyoruz. Neredeyse bütün Osmanlı topraklarına hitap edecek yoğun çalışmaların, özellikle Ermenilerin bilinçlendirilmesinin(!), medeni dünyanın(!) ileri kol çalışmalarının merkezinde olmuş. Başarılı olduğunu şuradan biliyoruz ki katkıları ile Osmanlı topraklarında 13 adet Ermeni Protestan kilisesi inşa edilmiş. Ama Hamlin ilgi sahamıza esas 1860’da bir Amerikan Okulu açmak için Bâb-ı Âli nezdinde girişimlerde bulunmaya başlamasıyla giriyor. Tam 11 senelik inatçı bir uğraşın sonucu okul iznini kopartarak Robert Kolej’i açmış. Burada beş yıllık idarecilik yaptıktan sonra Amerika’ya geri dönmüş. Hayatının geri kalan kısmında öğretim üyeliği ve rektörlük yapmış ve 1900’de hayata gözlerini kapatmış.

Bir dâvâsı, derdi ve rüyası olan insan aynı zamanda bir içtihadı olan insandır. Hizmet içtihadı diyebileceğimiz bu beşeri kurgu; bir terbiye modeli, bir yürüyüş tarzı ve usül içerir. Bunun başka kurgu ve içtihatlarla çatışması kaçınılmazdır. Orada kim kazanır? Daha doğru olan mı daha musır olan mı?

Sadece Robert Kolej değil, Anadolu sathındaki Talas, Tarsus, Merzifon gibi stratejik mevkilerde açılan kolejlerde de payı olan Hamlin’in bu kısacık hayatından bizi ilgilendiren hangi dersleri çıkartmalıyız?

1. Hamlin’in yaptığı bir zamanlar hepimizin rüyasını görerek, üstadları Ahmet Yesevi’nin tevcihi ile Anadolu’ya gelen Horasan erenlerinin yaptığından daha fazla bir şey değildi. Yeteneği, bilgisi ve gayreti ile hayata karışan, etrafındaki insanların güvenini ve sempatisini kazanan bu misyonerin 40 yıla yakın hayatı, kısa dönemli makro hedeflerde kaybolma tehlikesi yerine uzun vadeli mikro hayatların ne kadar kalıcı tesirler meydana getirebileceğini gösteren ibretli bir örnektir. Büyük düşünmekten küçük hayatlara dokunmaya vakit bulamamak bunun tam tersidir.

2. Bir dâvâsı, derdi ve rüyası olan insan aynı zamanda bir içtihadı olan insandır. Hizmet içtihadı diyebileceğimiz bu beşeri kurgu; bir terbiye modeli, bir yürüyüş tarzı ve usül içerir. Bunun başka kurgu ve içtihatlarla çatışması kaçınılmazdır. Orada kim kazanır? Daha doğru olan mı daha musır olan mı? “İnsan için ancak çalıştığı vardır” ayeti kazananın, sebat ve azim gösteren olduğunu ima etmiyor mu? Kazanan ancak içtihadının izinde iradesiyle gidendir. Hamlin, özellikle finansman ve eğitim yöntemi konusunda bildiklerinin ve inandıklarının peşinden ısrarla gitmiş ve neticede yaklaşık dört-beş nesildir tesirini sürdüren bir eğitim ocağının oluşmasına muvaffak olmuştur.

3. İnanmış insan için azim, gayret ve sebat her şeye yeter. Ama kaynak konusu da önemlidir. Hizmet eden insan hizmetinin kaynağını nereden bulacaktır? İki yol vardır. Ya kendi imkânlarını kullanacaktır ya da kaynak sahiplerini kendi hizmetine finanse etme noktasında ikna edecektir. İlkinin tercihinde hizmetin geri kalması söz konusu olabilir, ikincinin tercihinde ise “parayı veren düdüğü çalar” fehvasınca hizmetin niteliğinin değişmesi… Hamlin, Fatih’in gayrimüslimlere tanıdığı ve fakat kimsenin kullanmadığını keşfettiği bir hakkı kullanarak fırın açmış, böylece hizmetini kendisi finanse etmiş, bu da inandıklarını hayata geçirmek noktasında elini rahatlatmıştır. Hizmeti ile o hizmetin finansman modeli arasında doğru irtibatı kuranlar enerjilerini esas verilmesi gereken yerlere verir ve bedbinliğe mahkûm olmazlar.

4. Modern zamanların kendisine ve bize yaptığı en büyük kötülük hayatı kompartımanlara ayırmak, her şeyi kendisini meydana getiren unsurlara ayırarak anlamaya çalışmak ve bütünün parçalarından ibaret olduğunu zannetmektir. Hâlbuki hayat birdir, bütündür, parçalanmaz. Tevhid ilkesi bunu söyler. Din, gündelik hayat, dâvâ, gaye, ideal, medarı maîşet, bunların hepsi aslında bir noktada telif edilmesi gereken cüzlerdir. O nokta, kalbin attığı, zihnin anlamaya çalıştığı ve ruhun tatmin olduğu, hattızatında kalp, ruh, gönül gibi ayırımların da ortadan kalkıp teke irca olduğu tevhid noktasıdır. Hamlin’in hayatı, mücadelesi ve dâvâsının bir noktadaki tevhidi, pratikte laik hayatlara sahip bizler için üzerinde düşünülmesi gereken bir önemi haizdir. Bölünen kaybeder, bütünleyen ve bütün işlerini tek bir nokta-i nazara teksif eden kazanır.

Hamlin’in hikâyesi, kâinattaki cârî kanunlara –ki biz onlara Sünnetullah diyoruz- uyum gösterenin, hayatın kazananı olacağını gösteren ibretli bir örnektir. Misyonerin himmeti olur mu demeyin, o himmet 150 senedir Boğaz’da, Fatih’in yadigârı hisar ile birlikte bizi seyrediyor. Daha doğrusu o hisar böğründe tepinenlerle çaresizce seyrediyor, diğeri harıl harıl insan yetiştiriyor.


Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.