Fili Göremedim!
Renklerin harmonisi başımı daha da döndürmüş olmalı ki kasada ödeme yaparken, muz çanağının arkasında oturmuş tombul ve sevimli fil’i görmedim. Otel resepsiyonlarında sunulan meyve sepeti zannederek “Bir tane muz alabilir miyim?” diye sordum. Tezgâhtar hışımla dönüp “Onlar tanrının!” dedi.
ski tip pervaneli bir uçakla Chennai’ye uçuyoruz. Bagaj bölümü bile yok. Bavullar gözümün önünde, camdan pervaneyi görüyorum. Aşağıda yeşil bereketli topraklardan palmiyeler görünüyor. Uzaklardan şehir rengarenk sarilere (Hindistan’da kadınların giydiği yöresel kıyafet) bürünmüş beni çağırıyor. Yaklaştıkça bunların boyanmış binalar olduğunu fark ediyorum.
İki saat rötarla varabildiğimiz Chennai’de otele gitmeye zamanımız yok. Rehberle şehrin tapınağında buluşuyoruz. Dinsel mitolojilerin tek tek taşlara işlendiği tapınakta öğrenciler yöresel kıyafetleri ve makyajlarıyla Şiva’ya ibadet ediyorlar. Eyalet müzesindeki heykellerde Güney Hindistan’ın bronz ve taşa yansımış ihtişamını görüp, Neo- Gotik stildeki San Thome Katedralini geziyoruz.
Biraz şehirden bahsedecek olursak kentin kökleri kolonial döneme dayanan şehir Güney Hindistan’daki İngilizlerin politik ve ekonomik başkenti olur. Devlet binaları kolonial karaktere bürünür. Kiriket sahaları çoğalır. Sahada oynayanlar İngilizlerin icat ettiği kıyafetler içinde olsalar da tüm seyirciler rengarenk sarileriyle göz kamaştırırlar. Motosikletler üzerinde uzun tuniklerini toplamış kask yerine türbanına güvenen sürücüler, tüm araçların hep bir ağızdan korna çalması, baharatlı yemek kokuları, yol kenarına bir sandalye bir leğen dükkân kuran berber, hemen yanındaki meyve tezgâhında soyulmuş yenmeyi bekleyen sinekli mangolar ve bu karmaşada varlıkları unutulmuş tezgâhlar altında dolaşıp çöp toplayan domuzlar şehrin geçek kimliğini ortaya koyar. Şehrin uçsuz bucaksız kumsalları yerli halkın piknik ve oyun alanıdır. Kadın sarisini erkek de tuniğini terk edemez. Sadece balıkçılar ve küçük çocuklar yüzer.
Yorgunluktan bitap düştüğümde Tanrının yemeğine el uzattım. Yeni bir şehri keşfederken en büyük korkum gezmem ve görmem gereken bir yeri kaçırmak. Hiçbir zaman haftalara yayılmış bir geziye çıkamadım. İki günü bir güne sığdırmaya çalışırken aç kaldığım da çok oldu. Araya sıkışmış minik boş zamanları da kadınsal içgüdümle alışverişe adadım. Yorgunluktan ve açlıktan çift görmeye başladığım bir akşam üstü, boş kalan on beş dakikayı harcamak için ipek sarilerin satıldığı dükkana girdim. Renklerin harmonisi başımı daha da döndürmüş olmalı ki kasada ödeme yaparken, muz çanağının arkasında oturmuş tombul ve sevimli fil’i görmedim. Otel resepsiyonlarında sunulan meyve sepeti zannederek “Bir tane muz alabilir miyim?” diye sordum. Tezgâhtar hışımla dönüp “Onlar tanrının!” dedi. Bu da yetmezmiş gibi “Pardon fili görmedim.” diye cevapladım. Satıcı. “O Tanrı!” diyerek gözlerini fal taşı gibi açtı. Esasında dinine hakaret ettiğimi sansa da sadece yorgun ve açtım.
Benim inancımla dalga geçilse kim bilir neler hissederdim. Bir puta hürmet edeceğimi asla düşünmemiştim. Arkamda Müslümanlarla alakalı yanlış izlenim bırakmamak için tapınakta gördüğüm gibi avuçlarımı göğsümün üstünde birleştirerek hürmetle Ganesha önünde eğildim ve “Şiva ve parvati’nin oğlunu tanıyamadım. Üzgünüm.” diye mırıldandım. Tanrılarını tanımam kadını gülümsetti ama benim aklım muzda kalmıştı. Daha sonra öğrendim ki tanrıya sunulan yiyecekler akşam olup dükkân kapanınca patron tarafından çalışanlara teberrüken veriliyor. Tanrının tabağından şifa buluyorlar. Bizim şeyhimizin sofrasından aldığımız lokma gibi tek farkı bir Budist bizden o lokmayı istese imana gelmesi ümidiyle seve seve paylaşırız. Bu arada iyi ki o muzdan yemedim ne olur ne olmaz.
Hande Berra'ın Yazısı.