Asırların Kulağına Fısıldanan Söz: Dinle!
Sadece gözlerinle okuma sözlerimi! Bütün ruhunla dinle! İyi dinle ki, sözlerim ruhuna dolsun, verdiğim bilgiler irfana dönüşmeye yol bulsun, hikmetler kalbinin derinliklerine insin, hakikatler bütün benliğine sinsin!
Eğer, Allah Rasûlü’nün (s.a.v.), “Dünyada bir kimsesiz, bir yolcu gibi ol! Kendini kabirdeki ölüler gibi gör!” ya da, “Dünyadan yüz çevir (zahitçe bir hayat yaşa) ki, Allah seni sevsin; insanların sahip olduğu (servet, şöhret gibi) şeylerden yüz çevir ki, insanlar seni sevsin!” şeklindeki hadis-i şerifleri olmasaydı, İslam’daki tasavvufun yabancı kaynaklı olduğu düşünülebilirdi. Ancak başta Hz. Peygamber’in zahitçe yaşayışı, sonra da Kur’an-ı Kerim’in zikri, takvayı, huşuu, kanaati ve arayiş-i zahire kapılmamayı tavsiye eden ayetleri, bu tür iddiaları geçersiz kılmaktadır.
Allah Rasûlü’nün ve sahabenin yaşantısındaki zühd ve takva hassasiyeti, aynı zamanda İslam’da tasavvufun, erken İslam toplumundaki aşırı dünyevileşmeye, fakihlerin dinin zahirini öne çıkaran uygulamalarına bir tepki olarak ortaya çıktığı düşüncesini de anlamsızlaştırır.
İslam’ın özünde var olan tasavvuf; tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi ilimlerle eş zamanlı olarak gelişip sistemleşmiş, kavram ve ilkelerini bulmuş bir disiplindir. Söz konusu ilimler Müslümanların ilmî, aklî, siyasi ve toplumsal hayatını kuşatıp toplumun ihtiyacına cevap verirken, tasavvuf da ruhî derinliği, manevi zenginliği aşılayıp toplumda bir sevgi, hoşgörü, kullukta ve insani ilişkilerde duyarlılık iklimi oluşturmuştur.
İslam coğrafyasının genişleyip kadim din ve kültür havzalarıyla karşılaşmasıyla, manevi hayatın kimi konularda bunlarla bir etkileşime girmiş olması mümkündür. Bununla birlikte, dine ve şeriata aykırı unsurları tasavvufî disiplinden uzaklaştırma çabaları da hep ola gelmiştir. Hâris el-Muhâsibî’nin er-Riâye’si, Kelâbâzî’nin et-Taarruf’u, Kuşeyrî’nin er-Risale’si ve Gazzâlî’nin İhyâ’sı bu çabaların en önemli göstergeleridir. Bu tür gayretlerden sonradır ki, tasavvuftaki savrulmaları dışlamak üzere şer‘î-sünnî tasavvuf kavramı ortaya çıkmıştır. İslam dünyasında sürekliliğini sağlayabilen de zaten bu çizgidir.
Hicrî üçüncü yüzyıl Bağdat’ı, farklı mezhep ve görüşten pek çok âlim, filozof ve insanın yaşadığı kozmopolit bir başkenttir. Bu yüzyılda Ahmed b. Hanbel gibi katışıksız ve tavizsiz bir İslam anlayışını savunan ve bunun hem ilmî hem siyasi mücadelesini veren âlimler vardır. Onların yanı sıra çeşitli kadim din ve kültürlerin, dindışı fırkaların yıkıcı düşünce ve faaliyetlerine karşı mücadele eden âlimler vardır. Ki aklı merkeze aldıkları ve bu yöntemleriyle onlarla mücadele yeteneği geliştirdikleri için Mutezile, siyasi otorite tarafından himaye edilmiş, görüşleri devletin resmi politikası olarak benimsenmiştir.
Bu dönemde Hâris el-Muhâsibî (v. 243/857) gibi, deyim yerindeyse, daha orta bir yol tutan Ehl-i sünnet âlimleri de vardır. Muhâsibî, hadis, tefsir, fıkıh ve kelam gibi ilimlerle ilgilenmiş, Mutezile’nin fikirlerini çürüten el-Akl ve Fehmü’l-Kur’an gibi kitaplar kaleme almıştır. Ancak o en çok da, zühd, havf ve recayı, nefis muhasebesini, riyadan kaçınmayı, helal lokmayı önemseyen bir tasavvuf yorumuyla tanınmıştır. Muhâsibî diye anılması da zaten, nefis muhasebesini çok önemsediği içindir.
Rivayete göre babası öldüğü zaman Hâris çok muhtaç bir durumdadır. Buna rağmen babasının geniş servetinden, içinde şüphe bulunduğu endişesiyle hiçbir şey almaz. Hatta bu rivayeti nakleden ve o dönem henüz çocuk yaşta olan Cüneyd Bağdâdî, Hâris’i açlıktan yüzü sapsarı bir halde görür, onu amcasının evine davet edip bir şeyler ikram eder. Ne var ki Muhâsibî, aynı endişenin ruhuna galip gelmesiyle yediği tek lokmayı da çıkararak oradan uzaklaşır.
Cüneyd şöyle anlatır: “Hâris zaman zaman bize gelir ve ‘hadi çıkıp biraz şehir dışına çıkalım’ derdi. Ben de, ‘Beni şu içinde bulunduğum uzlet ve nefsime karşı emniyet duygusu içinden bütün şu çirkinliklerin, çirkefliklerin yaşandığı sokaklara mı çıkaracaksın’ derdim. ‘Benimle çık ve kendin için endişe etme’ derdi. Gerçekten de yola çıkınca sanki yollar boşalır, hoşumuza gitmeyecek hiçbir şey görmezdik. Beraber oturacak bir yere gelince bana, ‘sor’ derdi. Ben sorardım, o da cevaplardı. Sonra ayrılırdık, o da soru ve cevapları yazardı.”
Rivayetlerden Hâris’le Cüneyd’in bir mürşid-mürid ilişkisi içinde oldukları anlaşılıyor. İşte Hâris’in zühd ve takvaya dair eserleri, iki ruh arasında cereyan eden âşikane bir mülakatın terennümlerinden oluşur. Hâris, “Hepiniz çobansınız” hadisinden aldığı ilhamla, “Allah’ın haklarını gözetmek” anlamındaki er-Riâye li-Hukûkillâh adlı eserini böyle bir iklimde yazar. Asırların kulağına, “Dinle” diye fısıldar. “Sorularına vereceğim cevapları güzelce dinle! Dinle ki, Allah sana verdiğim cevapları kavramana yardımcı olsun. Böylelikle Allah’ın haklarını gözetip bunları yerine getirebilesin!”
Sanki Hâris diyor ki, sadece gözlerinle okuma sözlerimi! Bütün ruhunla dinle! İyi dinle ki, sözlerim ruhuna dolsun, verdiğim bilgiler irfana dönüşmeye yol bulsun, hikmetler kalbinin derinliklerine insin, hakikatler bütün benliğine sinsin!
Hâris sonra salih selefin sözlerinden birini nakleder: “Dinlemenin adabı şudur: Azaların sükûnu, gözlerin yere indirilmesi, huzurlu bir kalple dinleyiş, akıl zindeliği ve dinlediğiyle amel etmeye kararlılık!” Nitekim onun bir sohbet halkası şöyle anlatılır: “Hâris’in arkadaşları onun önünde oturdular. Hepsi sükût halindeydiler, gece yarısına kadar hiçbiri tek bir kelam bile etmedi. Sonra biri ona bir soru yöneltti. Hâris konuşmaya, arkadaşları da sanki başları üzerinde bir kuş varmış gibi dinlemeye başladılar. O konuşurken kimi ağlıyor, kimi secdeye kapanıyor, kimi de titriyordu.” (Zehebî, Târîh’l-İslâm, V, 1103)
er-Riâye işbu mülakatların, sohbetlerin, hasbihallerin yazıya dökülmüş şeklidir. Nefis muhasebesi, takva, vera, kardeşleri ve nefsi tanımak, müridin gece ve gündüz gözetmesi gereken adaplar gibi güzel; riya (gösteriş), ucup (kendini beğenmek), kibir, kıskançlık, haset gibi çirkin huyları bir bir ele alan bir eserdir. Kur’an ve hadislerin ilhamı, salih selefin sözleriyle, züht ve takva ile incelmiş bir ruhun derunundan sökün eden ince manalardan dokunmuş bir atlastır.
Muhâsibî, hem doğrudan doğruya gönüllerde bıraktığı etki, hem de yüzyıllara rehber olacak gönül sultanlarının eserlerine kaynaklık etmesi yönüyle hep yaşamıştır. Gazzâlî’nin şaheseri İhyâ’da, Mevlânâ’nın “Dinle” diyerek başladığı Mesnevî-i Manevî’de Muhâsibî’nin izlerini görmek, bu bakımdan hiç şaşırtıcı değildir.
Mesut Kaya'ın Yazısı.