‘Nasıl olsa bu işi falanca kişi, kuruluş yapar’, zihniyetiyle hareket etmek, “insanlığa” dâir adı konulmamış bir ihânettir.

Son birkaç haftadır, seyahat dolu vakitler geçirdik. Bunların ekserisi İstanbul gidiş dönüşleri oldu.

İstanbul, heyecan demek, şevk ve aşk demek.

Öyle inanıyorum ki, Anadolu’nun herhangi bir memleketinden biri, bir otobüse binse, Harem Terminali’nde inip denize baka baka bir bardak çay içip gerisin geri dönse, İstanbul’a dair etrafındakilere neler neler anlatır. Trafiğinden başlar, tarihinden çıkar en kısa.

Biz, bahsettiğim bu seyahatlerden birini, geneli eğitim hizmetlerinde gönüllü 46 kişi ile gerçekleştirdik. İlk programlar İLAM’da gerçekleşti.

Üniversiteli öğrencilere yönelik seri konferanslara misafir grup olarak dahil edildik. Her biri kendi alanında uzman şahsiyetlerin anlattıklarını pür dikkat dinleme gayretindeydik; her şey çok güzel ve istifade doluydu.

Not tutmaya çalışıyor, önemli hususları atlamak istemiyordum.

Sıra, İdris Topçuoğlu Bey’in konuşmasına geldiğinde, onun bir tespiti ve verdiği bir örnek, not defterini bir kenara bıraktırıp, beni, derin bir tefekkürle buluşturdu.

İdris Bey, ecdadın ortaya koyduğu medeniyetteki vakıf kültürüne değindi ve şu an yaşadığımız dünyada tespit edilen ihtiyaçlara cevap verecek kadar çok ve etkin vakıf hizmetlerinin olamadığını kaydetti.

Bu bağlamda, “havâle insanı” olmaktan çıkıp, taşın altına ‘bizzat’ elini koyacak “Vakıf İnsan” sayısının hızla artması gerektiğinin altını çizdi.

Verdiği örnek de, yine vakıf ve eğitim hizmetlerinde aktif, yakın bir arkadaşının, Fatih Parkı’nda, bîçâre, ilgi bekleyen Suriyeli ailelerden birini, “benim kazancım, biraz sıksam bir başka aileyi de geçindirebilir” düşüncesine binâen sahiplenmesiyle ilgiliydi.

O arkadaşının, o aileye bir ev tuttuğunu, eşya temin etmeye çalıştığını, iâşesini sağlama gayretinde olduğunu, çocuklarıyla ilgilendiğini, imrenerek anlattı; zira bu hassasiyeti kendisinin de akıl etmiş olamamasından hayıflanmadan edemedi.

İdris Bey, sözlerini, ısrarla, ‘havâle insanı’ olmaktan çıkıp bir an önce “Vakıf İnsanı” olmaya geçiş tavsiyesi ile noktaladı.

O zamandan beri, bu işi fikir etmeden vaktim geçsin istemiyorum.

Evet, hakîkaten, neyi, kime havâle ediyoruz?

Aslında, imkânımız dâhilinde emek, zaman, para ve enerjimizi sarf etmemiz durumunda rahata kavuşmasına vesile olacağımız her şey, Rabb’imizin bizlere bir ikrâmı, aynı zamanda imtihan malzemesi değil mi?

Sordum kendi kendime meselâ, şu ellerin, dudakların, kaç zamandır bir yetimin, öksüzün saçlarına, yanaklarına dokunmadı, diye..

Kaç zamandır sobasını yakmaya gitmedin yaşlı bir çift ailenin?

Boyanacak odası, toplanacak bahçesi, çekilecek naylonu, dikilecek ayakkabısı, yapıştırılacak camı, yapılacak ödevi, temizlenecek kıyafeti olan hasta, yaşlı, fakir, düşkün, çocuk mu kalmadı yoksa âlemde?

Rahatta derinleştikçe herkesi rahat hissetmek kadar doğal bir şey yok; demek ki derinleşilmeyecek rahatta.

Birçoğumuzun aklına, kar manzaraları, kartopu oyunları, kestane keyifleri, mısır patlakları, boğazlı kazaklar, renkli atkılar, modaya uygun botlar, çizmeler, odun, kömür, doğalgaz kavramlarını getiren “kış geldi” ifâdesi, hâlen hâlihazırda yüzbinlerce insan için “başımıza iş geldi” değil mi?

‘Nasıl olsa bu işi falanca kişi, kuruluş yapar’, zihniyetiyle hareket etmek, “insanlığa” dâir adı konulmamış bir ihânettir.

“Sen yoksan, bir kişi eksiğiz. Sen değilsen kim, şimdi değilse ne zaman?” slogan cümleleri ve bunların benzerlerinin mantığından uzak durarak, kenarda, olanları izlemeye devam etmek, bir bakıma kendi felâketi arkasında iz sürmektir.

Dünyada, mazlum bir Müslüman olarak, bizi ‘sığınılacak topluluk’ bulanın, bize kazandırdığı bu aziz şerefin hakkı, o ızdırap içerisindeki insanların yaralarına kendi ecza dolabımızdan başlamak sûretiyle merhemler tedârik ederek ödenmeye başlanabilir.

Ve dünya döndükçe, biz de muhtaç olsak bile, bize muhtaç birileri, muhakkak olacaktır.


Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.