Biz Ceketini Öpen Neslin Torunlarıyız!
Zeki Şahin
Yıllarca ülkenin en temel sorununu aradık milletçe. Eğitim diyen oldu, terör diyen, yozlaşma diyen... Bu kadar zor değildi bu sorunun cevabı ve bu kadar derinlere inilmemeliydi. Sevgiden yoksun kalan bir toplumun, düştüğü kötü duruma başka bahane araması gereksizdi...
Sokağa çıkın ve etrafınızdaki bütün karmaşanın, kavganın, gürültünün sebebini düşünün. Dolmuşta, otobüste, okulda, kafede... Bir tarafın sergileyeceği ufacık bir tahammül bütün kavgayı bitirecekken, tahammülsüzlükte inat eden insanlar göreceksiniz. Empati kurma becerisini çoktan kaybetmiş, kalbinin katılığıyla övünebilen insanlar...
Peki, düşünelim biraz: Gurur duyduğumuz ve övündüğümüz kalbimizdeki o muhabbeti neden kaybettik? Nasıl bu kadar tahammülsüz ve hırçın bir toplum olduk?
Sorunun cevabı biraz gerilerde.
Çanakkale mahşeri hani, hatırlarsınız. Merminin mermiyle tokuştuğu, payitaht elden gider korkusuyla Osmanlı’nın can havliyle savunma yaptığı o harp. Daha önceleri yaptığı savaşların hiç birinde tekke ve dergahlardan asker çağırmayan Osmanlı’yı, onları da cepheye sürmek zorunda bırakan o katliam. Hani şu günlerde “Çanakkale Geçilmez!” diye haykırdığımız, ama bir müddet sonra düşman devlet gemilerinin İstanbul’a nereden geçerek geldiğini pek düşünmediğimiz savaş.
Bu noktada düşünmemiz gereken birinci bahis, Osmanlı’nın o zamana kadar savaşlara neden tekke ve dergahlardan asker çağırmadığıdır. İçinde ilimle birlikte muhabbeti barındıran, sanat ve bilim alanındaki eserleriyle cemiyet hayatına yön veren bu gönül adamlarını askere almamak en tabii haldi elbette. Çünkü şimdilerde zannedildiği gibi, tekke ve dergahlar içine kapanılıp yalnız ibadet edilerek vakit geçirilen, basık, kasvetli yerler değildi. Osmanlı’da ve hatta Cumhuriyet`in ilk dönemlerinde saygı duyulan sanatçılar ve ilim adamları ya bizzat tasavvuf terbiyesi almış, ya da tasavvuf terbiyesi almış olan kişiler tarafından eğitilmiş kişilerdi.
Cumhuriyet`in ilanını izleyen senelerde, devletin idaresini elinde bulunduranlar “tekke ve zaviyeleri” kaldırma kararı aldığında; karşısında tepki koyacak ve bu yasağı engelleyecek bir güç bulamadılar. Sebebi, bu gönül insanlarının bir çoğunun Çanakkale’de İslam adına şehit olmalarıydı. Çok defa düşünmeme rağmen sebebini anlayamadığım bu yasak, sevgisiz bir toplum oluşumuza doğru atılan ilk adımdı.
Bu adımı takiben atılan, ve ilk adımı pekiştirme amacı taşıyan şeyhleri ve tarikat kurumlarını karalayıcı kampanyalar da işin diğer ayağını oluşturdu. Filmlerde gösterilen üfürükçü ve sahtekar şeyhlerle halkın bilinçaltına “şeyh sahtekardır” algısını oturttular. Bugün Müslüman kalabilmiş ahaliyi dahi bu kurumlara karşı saldırgan yapan sebep bu.
Çok şükür. Onca yasağa ve karalamaya rağmen silsilesi bozulan ve dolayısıyla biten tarikat yok. Çünkü “tarikat” denen ve adı insanları ürkütmeye yeten bu kurumların beslendiği tek kaynak “sevgiydi”. Ve devrin idarecilerinin düşünemediği, akıl edemediği şey “sevgiye yasak” konulamayacağıydı.
İslam’da muhabbetin kurumu olan “tasavvuf”, ve onun sistematize edilmiş ekolleri olan tarikatlar insanlara sürekli “sevgiden” ve “aşktan” bahsetmiş ve o sevgi ve aşka ulaşma yollarını izah etmişlerdir.
İnanmayacaksınız, ismi bu kadar ürkütücü gelen bir kurumun, beslendiği ve izah etmeye çalıştığı tek şeyin “aşk” olduğuna. Yastığına gece boynunun tutulmamasını sağlıyor diye öpücük konduran, ceketini soğuktan korunmasına yardımcı oluyor diye öperek giyen insanların hâlâ var olduğuna da inanmayacaksınız. Hatta, bastığı taşın bile Allah’ı zikrediyor oluşunu hatırlayıp ona dahi yumuşak basan o koca gönüllü insanların yaşadığına da inanmayacaksınız.
Evet, her arayan bulamaz ama bulanlar arayanlardır. Aradığınızda yaşadıklarını ve hatta sayılarının çok olduklarını bile göreceksiniz.
Konuya dönecek olursak, bunca şeyi anlatıp neden “yobazlık” yaptığımın sebebine.
Yazdıklarımı okuyalım ve tekrar düşünelim.
“Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız” diyen bir Peygamberin ümmeti olarak, neden bu kadar sevgisiz bir toplum olduk?
Düşünelim, tefekkür edelim...
GENÇ'ın Yazısı.