Esaretin Zilletinden Hürriyetin İzzetine
“(Rabbimiz!) Ancak San’a kulluk eder ve yalnız Sen’den yardım dileriz.”
İnsan, izzet ve şerefi ile yaşamalıdır. İtibarı kaybolmuş, zillete duçar olmuş kişilikler, zamanla ölümü hayata tercih eder hâle geleceklerdir. Bu itibarla izzeti muhafaza, insana lütfedilen mükerremiyetin, şerefin zayi edilmemesi demektir. Bu durum, aynı zamanda Yüce Yaratıcının insandan en önemli beklentilerinden biridir.
Rabbimizin “Ben insanları ve cinleri (başka hiçbir şeye değil) yalnız bana kul olsunlar için yarattım” (Zâriyât, 56) ifadesi, insanın Allah’tan başkasının önünde eğilmemesi gerektiğini beyan eden yüce bir fermandır. Zira insan, Allah’ın kulu değilse, mutlaka bir başka fâninin kölesidir. Hatta hiçbir otorite kabul etmese bile, sürekli kötülüğü emreden kendi öz nefsinin putperesti derekesine düşecektir. Çünkü kendi arzularının esiri olmak da köleliğin bir başka çeşididir.
Köleliğin ve zilletin her çeşidini reddetmenin adı yalnız Allah’a teslim olmak demek olan Müslümanlıktır. Bu, insan olarak gerçek hürriyetin ilanıdır. Binaenaleyh “Lâ ilâhe illallah” (Allah’tan başka kendisine kulluk yapılacak hiçbir ilah yoktur) cümlesi, bir hürriyet parolasıdır. Görünür-görünmez tüm sahte ilahlara karşı bir baş kaldırıdır.
Allah’tan başkasını hayatımıza hükmedecek bir otorite kabul etmeme şuuru öyle önemli bir idraktir ki, Yüce Rabbimiz, bu bilinci bütün benliğimize tam olarak yerleştirmek ve hayatımızı buna göre şekillendirmek için, Kur’ân-ı Kerim’in başlangıç süresinin merkezine “Biz ancak sana kul oluruz ve yardımı da ancak Senden dileriz” ifâdesini, namazlarımızda sürekli tekrarlanan bir “İslâm şiârı” olarak, bizim adımıza bütün âlemlere ilan etmiştir.
Bu izzet ve şeref parolası, hem tüm varlık âlemine, hem de insanın kendi özüne bir mesaj verir. Allah’tan başka varlıklara der ki: Siz ne olursanız olun, statünüz, gelip geçici saltanat ve mülkleriniz, her ne seviyede olursa olsun, ilah olmaya, yegane hâkim olmaya asla ehil olamazsınız. Bu itibarla da beni kendinize kayıtsız-şartsız kulluk yaptıramazsınız. Zira sizler de isteseniz de istemeseniz de O’nun kulusunuz. Kula kulluk zilletini kimseye reva göremezsiniz.
Yine bu İslâm şiârı insanın kendi nefsine de şu hakikati sürekli fısıldar: Sen Hakk’ın kulusun. Sakın başka kulluklara meyletme. Kimseyi de kendine kul yapmaya kalkma. İlahlaşma temayüllerinin başını ez. Kendi nefsine kulluğun da bir zillet olduğunu unutma. Bütün varlıkla “Hakk’a kulluk” ortak noktasında buluş ve kaynaş.
Böyle bir şuura sahip olan kimseleri hiç kimse kendine kul yapmaya kalkışamaz. Onlar bu yönüyle daimî bir efendiliği haketmişlerdir. İnsan ve cin şeytanları bir araya gelseler, kendini Rabbine veren bir kulu saptırmaları söz konusu olamaz. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de bu hakikat Rabbimizin şeytana hitabı olarak şöyle ifade edilir:
(Ey İblis!) Benim hâlis kullarıma karşı senin bir gücün ve hükümranlığın asla söz konusu olamaz. Sen ancak sana uyan azgınları (azdırabilirsin). (Hicr Sûresi, 42).
İnsanı zillete düşüren bir başka husus da ihtiyaçları uğruna fânilere boyun eğmesi, onların kapısını nimet ve izzet kapısı olarak görmesidir. Rabbimiz kullarının böyle bir konuma düşmesini de istememektedir. Rızık ve nimet kapısı olarak yalnız kendisine yönelmelerini murad etmektedir. Nimet adına ne varsa, her şeyin hazinesinin kendi katında olduğuna dikkat çekerek, fânilerin huzurunda el ve etek öpmelerinin şereflerine halel getireceğine dikkat çekmektedir.
Evet Hakk’ın nimetinin tevziinde memuriyet vazifesi görenler olabilir. Onlara da teşekkür içinde olmak kadirşinaslık ve insaniyet gereğidir. Ancak onları nimetin sahibi gibi görmek, kulluk ayıbıdır. Hatta öyle bir ayıptır ki, kişiyi zamanla onların kulu-kölesi hâline getiriverir. İşte bu sebepledir ki Rabbimiz, kulluğumuzun sıhhatine zarar gelmemesi ve hürriyet gibi bir izzetten mahrum kalmamız için bu konuda da yalnız kendisine yönelmemiz gerektiğini Kur’an’da sıkça vurgular. Hürriyet parolası diyebileceğimiz Fâtiha Sûresi’nin beşinci âyetinin ikinci cümlesi bu hususa ayrılmış “ve yalnız Sen’den yardım dileriz” denilerek, tevhidin âdetâ diğer bir rüknü ortaya konulmuştur.
Gerçek müminler, her türlü ihtiyacın kapısı olarak ancak Rablerini görürler. Sebepler, vesileler sadece Rabbin rahmet hazinesine açılan birer kapı mesabesindedir. Müsebbibü’l-esbâb (sebepleri var eden)den gaflet etmeden, Rable beraber bir hayat yaşamak, bu yönüyle de en yüce bir hayat kalitesine ve gerçek bir hürriyete ermek demektir.
Avf bin Mâlik -radıyallâhu anh-’ın anlatıyor:
“Biz, yedi-sekiz kişilik bir grup hâlinde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında oturuyorduk. Bize:
«– Allâh’ın Rasûlü’ne bîat etmeyecek misiniz?» buyurdu. Oysa biz, yeni bîat etmiştik. Bu sebeple:
«– Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz Sana zâten bîat etmiştik!» dedik. Sonra tekrar:
«– Allâh’ın Rasûlü’ne bîat etmeyecek misiniz?» buyurdu. Biz yine:
«– Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz Sana bîat etmiştik!» dedik. Efendimiz tekrar:
«– Allâh’ın elçisine bîat etmeyecek misiniz?» buyurdu. Bu defa bîat için ellerimizi uzatarak:
«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz Sana daha önce bîat etmiştik. Peki şimdi ne üzere bîat edeceğiz?» dedik. Peygamber Efendimiz:
«– Allâh’a kulluk edip O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak, beş vakit namazı kılmak, itaat etmek ve -sesini alçaltarak- kimseden bir şey istememek üzere bîat edeceksiniz!» buyurdu.
Yemin ederim ki bu gruptan bâzılarını görürdüm; (at üzerindeyken) kamçısı yere düşerdi de, kimseden onu bile kendisine vermesini istemezdi.” (Müslim, Zekât, 108)
Gerçek bir izzet için, Rabb’in rahmet hazinelerine yönelmek suretiyle fânilere karşı müstağni bir duruş sergilemenin lüzumunu, büyük ârif Mevlânâ –kuddise sirruh- şöyle dile getirir:
“Ey kuyudan su çeken! Senin denize ulaşan bir deliğin var; kuyudan su çekmeye utanmıyor musun?
Başının üstünde bir sepet dolusu ekmek var; sen hâlâ şuraya buraya koşup ekmek arıyorsun. Şaşkın mısın ne? Kendi başına uzan. Neden her kapıyı dövüp duruyorsun. Yürü gönül kapısını döv. Dizine kadar dereye girmişsin de kendinden gafilsin. Şundan bundan su isteyip duruyorsun. Ayran kâsem önümde durdukça vallahi kimsenin balını düşünmem bile.
Azıksızlık ölümle kulağımı bursa bile hürriyeti kulluğa satmam ben.”
Adem Ergül 'ın Yazısı.