Efendim, sizce şu zamanın gençlerinin en büyük ihtiyacı nedir? Bu hususta kanaatlerinizi ve tavsiyelerinizi alabilir miyiz?

Her toplum, -hak veya bâtıl- kendi inanç, fikir, kültür ve gelenekleri içinde hayâtiyetini devam ettirir. Meselâ, yahudiler, hristiyanlar, budistler kendi inanç ve kültürleri içinde, ateistler kendi nefsânî temâyülleri içinde, liberaller, komünistler ve sosyalistler kendi ictimâî ve iktisâdî görüşleri içinde hayatlarını devam ettirirler.

Müslüman bir gencin, aslî kimliğini koruyup yaşatabileceği yegâne kültür ise, Kur’ân ve Sünnet kültürüdür.

Fakat gerek televizyon, gerek internet ve modalar, Kur’ân ve Sünnet kültüründen mahrum yetişen gençlerimize, Batı’nın, İslâm ahlâkından uzak kültürünü empoze etmektedir. Kendi büyük değerlerini yeterince ve lâyıkıyla tanıyamayan genç dimağlar da, hazin bir aşağılık kompleksi içerisinde, öz değerlerine yabancılaştırılmaktadır. Böylece global kültür ve güç odaklarının kuklası hâline getirilmektedir.

İngiltere’nin eski başkanlarından William Ewart Gladstone’un (v. 1898) Lordlar Kamarası’nda pervâsızca sarf ettiği şu sözü, Batı dünyasının İslâm’a ve müslümanlara bakış açısını anlamak bakımından ibretli bir misaldir:

“Kur’ân, müslümanların elinde oldukça, onlara kesin olarak gâlip gelmemiz imkânsızdır. Ya bu Kur’ân’ı müslümanların elinden almalıyız, ya da onları Kur’ân’dan soğutmalıyız.”

Dolayısıyla müslüman için Kur’ân’dan uzak bir hayat, hem dünyevî plânda bir esâret ve zillet sebebi, hem de uhrevî plânda mutlak bir ebediyyet intihârıdır.

Peki, şöyle bir düşünelim:

– Hayatın en bereketli devri olan gençlik zamanında, acaba Kur’ân-ı Kerîm’in tefsîrini okuyan kaç genç çıkar toplumumuzda?

– Peygamber Efendimiz r’in bütün insanlığa numûne olan hayatını, kronolojisi dışında, hayat ölçüleri ve hikmetleri cihetiyle acaba genç neslin yüzde kaçı biliyor? Zira Peygamber Efendimiz’in yirmi üç senelik nebevî hayatı, Kur’ân kültürünün fiilî tefsîrinden başka bir şey değildir…

– İslâm’ı gerçek mânâsıyla yaşamak için gerekli olan inanç ve amel bilgilerinin yer aldığı bir ilmihal kitabını, acaba kaç kişi baştan sona okumuştur gençliğinde?

Bu bakımdan günümüz gençliğinin en büyük ihtiyacı, gerek dış düşmanların ve onların içerideki yerli uzantılarının, gerekse de nefis ve şeytanın binbir tuzak ve hile ile hayatımızdan uzaklaştırmaya çalıştıkları Kur’ân ve Sünnet ölçülerine sımsıkı sarılmaktır. Bu sayede dünyevî ve uhrevî saâdetin yolunu doğru bir şekilde idrâk edip yanlış adreslerden ve çıkmaz sokaklardan kurtulmaktır.

Az evvel de ifâde ettiğimiz gibi, her toplum kendi kültür dünyası içerisinde hayatını devam ettiriyor. Yegâne hak din olan İslâm’ın mensuplarına yakışan da elbette kendi kültürünü, medeniyetini ve değerlerini kendi kaynaklarından süzerek anlamak ve böylece -Batı’nın kötü bir kopyası olarak değil- müslüman şahsiyet ve kimliğinin asâletiyle varlığını sürdürmektir.

Müslüman için Kur’ân’dan uzak bir hayat, hem dünyevî plânda bir esâret ve zillet sebebi, hem de uhrevî plânda mutlak bir ebediyyet intihârıdır.

Bu sebeple gençlerimiz, bilhassa din, dil ve tarih şuuruna sahip olmalıdırlar. Zira bu şuur diri ise, fert de toplum da diri demektir. Bu şuur kaybedildiği zaman, fert de toplum da yok olmaya mahkûm demektir.

Çünkü din; dünyaya geliş ve ukbâya gidişimizin mânâ ve hikmeti, yaşayışımızın ve ebedî hayatımızın yegâne huzur ve saâdet reçetesidir. O reçete olmadan insan, iki dünyada da hüsrâna uğrar. Niçin yaratıldığı, nereden gelip nereye gideceği hususunda tatminkâr cevaplar bulamayacağı için, rûhî buhranlardan kurtulamaz.

Merhum Mehmed Âkif, insanoğlunun bu değişmez realitesini iki mısrâ ile ne güzel hulâsa eder:

Îmandır o cevher ki İlâhî ne büyüktür,

Îmansız olan paslı yürek sînede yüktür…

Mâlumdur ki her meslek sahibi, zaman içinde mesleğindeki bilgi ve mahâretini tekâmül ettirir, ihtisâsını artırır. Her müslüman, bu hakîkati; din, îman ve kulluk mevzuunda da yaşamalıdır. Bunun için de, en doğru ve gerçek bilgiyi, insanın ve kâinâtın hâlıkı olan Cenâb-ı Hakk’ın beyânından, yani Kur’ân-ı Kerîm’den almalıdır.

Yine Mehmed Âkif ne güzel söyler:

Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı,

Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı.

Zira Kur’ân-ı Kerîm, ihtivâ ettiği sır ve hikmetler bakımından, nihâyeti olmayan bir okyanus gibidir. Herkes, o okyanustan kalbinin derinliği ölçüsünde istifâde eder. Günümüz gençliği de, Kur’ân-ı Kerîm ile böylesine yüksek bir kalbî kıvam ile ünsiyet kurabilmenin yollarını araştırmalıdır.

Bir diğer husus, dildir.

Çünkü dil; dînin ortaya koyduğu hakîkatlerin ifâde vâsıtasıdır.

İnsanlar, kelimelerle düşünür, lisân ile tefekkür ufuklarını genişletirler. Yani din, ancak dil ile anlaşılır ve anlatılır. Bunun içindir ki Allah Teâlâ, kendi katından insanlara kitaplar göndermiştir. Son olarak da yüce kelâmı Kur’ân-ı Kerîm’i nâzil etmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’in hikmet dolu beyanlarından lâyıkıyla istifâde edebilmek, ciddî bir lisan kültürü gerektirmektedir. Zira milletimizi Kur’ân-ı Kerîm’in mânâ iklîminden uzaklaştırmak için yıllarca “sadeleştirme” adı altında tatbik edilen “sahteleştirme” neticesinde, günümüz Türkçe’si -maalesef- derin bir İslâmî tefekküre imkân vermeyecek derecede kısırlaştırılmış bulunmaktadır.

Bir misal vermek îcâb ederse;

1890’da yayınlanan Redhause Türkçe-İngilizce Lügat’te 92 bin Türkçe kelime yer alıyordu. 1945’te Türk Dil Kurumu’nun yayınladığı Türkçe Sözlük’te bu sayı 15 bine kadar düşürüldü. Günümüzde ise, bu sayı kim bilir kaça indi!

Dolayısıyla genç kardeşlerimizin, bilhassa Kur’ân-ı Kerîm kaynaklı kelimelerimizi “eski” diye yaftalayıp yerine hiçbir mânâ asâleti taşımayan uydurma kelimeler ikāme edilmesindeki asıl niyetin farkına varmaları gerekir. Ayrıca İslâm kültüründen gelen “hayat” dolu kelimelerimize sahip çıkarak bu kirli oyunu bozmaları îcâb eder.

Bu yolda genç kardeşlerimizin sahip olmaları gereken üçüncü mühim husus da, tarih şuurudur.

Çünkü tarih, bir kronoloji bilgisinden ibâret değildir. Tarih, milletlerin hâfızasıdır. Millî tecrübeler manzûmesidir. Sebeplerin getirdiği neticeleri göstermesinden dolayı, toplumların istikbâlini anlayabilmek için, bakılması gereken bir ibret aynasıdır.

Velhâsıl, din, dil ve tarih şuurunun bittiği yerde millet de biter, insan da biter, iz’an da… Çünkü millet, bilhassa mânevî değerlerinden ibarettir. Bu değerlerinden uzaklaşan bir millet, artık bir millet değil, ancak dağılıp yok olmaya mahkûm bir insan sürüsüdür.

Cenâb-ı Hak, genç kardeşlerimize, millî ve mânevî değerlerimizin kıymetini idrâk edebilmeyi ve ona lâyıkıyla sahip çıkabilmeyi nasîb eylesin. İki cihan saâdetinin yegâne rehberi olan Kur’ân ve Sünnet’i lâyıkıyla anlayıp anlatmayı, güzelce yaşayıp yaşatmayı müyesser kılsın…

Âmîn!..


Osman Nuri Topbaş'ın Yazısı.