Şiir Olunmadan Şâir Olunmaz!
Şiir, şiiri yazanın ‘şiire yazılmış’ olmasıyla başlar. Hâl böyle olunca vakit-saat, mekân-imkân önemli olmaksızın, yüreğe gelecek baskınlara sevgiyle kucak açacak bir insan profili ortaya çıkar.
Önce, “öyle” yaratılmakla başlıyor iş. Her şeyde olduğu gibi Hakk’ın vergisi ya da izniyle..
Sonra sen kendini, istesen de istemesen de o mürekkebe bulanmış buluyorsun.
Mektebini okuyup, aldığı diploma ile gönlünden kalemine âhenk zerk eden kişi olmanın mümkünâtı yok bu “meslekte”.
Hiç ummadığın zamanlarda kelimeler koşuşturuyor arkandan. Bir yerlere yazılmak ve söylenmek adına yakana yapışma azimlisi mısralar kovalayıp duruyor seni sürekli.. Kaç kaçabilirsen.
Bir bakıma, yan yana, alt alta gelip belirli kalıplar halinde kâğıt veya kulak kundağına düşecek sözcükler topluluğu hamilesisin. Doğacak, başka çâre yok.
Aklında ne iş var, kalbinde ne telâş, mekâna dair gerçeklerin ne, aldırış etmeden gelip minderine kurulan “aziz” bir misafir o.
İşte bu tastamam his denizi girdabına “ilham” diyorlar, ne kolay söylüyorlar.. :)
Kendisine ilham gelen birisi olmak... “Allah ve şeytan işi..” Hangisi?
Kulağa hoş, akla ziyan mesele; zor bahis.
Evvelâ o his istilâsına kader çizgisinde muhatap olmak gerek. Ortaya çıkacak ve adına şiir denecek o dökülmenin öncesi, mutlak sûrette buna bağlı.
Ne kalem oynar yoksa, ne de ezberindeki on binlerce sözcük bir araya gelir.
Şiir, şiiri yazanın ‘şiire yazılmış’ olmasıyla başlar. Hâl böyle olunca vakit-saat, mekân-imkân önemli olmaksızın, yüreğe gelecek baskınlara sevgiyle kucak açacak bir insan profili ortaya çıkar.
Farklı görmeye âşinadır şâir dediğin; farklı duymaya, farklı dokunmaya.. İnce hesaptır ve de ayrıntı düşkünü.
Anlaşılamadan yaşamaya en alışık insan tipidir. Derdini dökecek, sözünden akanı gözünden akandan ayırt edebilecek “dostu” pek azdır, kimisinin neredeyse hiç yoktur.
Yüreğinde taşıyıp durduğu dünyasının iklim hâllerinden haberi olmaz pek kimsenin.
Aslında onca kalabalıklar arasında kendisini böylesi yalnız kılan bu gönül emaneti, taşıyıcısı olan için bir kutsiyet de ifade eder.
Söz’e değer verir, kelimeleri farklı anlamlarda tefekkür etmeyi sever, benzeri kelimeleri birbiriyle alâkalandırmaya bayılır.. Âhengi, kelimelerin birbirine yakışık alanlarını bir araya getirmekte ve onların bir bütün olarak direkt yollardan muhatabının gönül yurduna yolculuğa çıkabilecek berraklıkta olmasında arar.
Dinlerken, anlatılan ve söylenenlerin arasındaki şiire malzeme olabilecek düşünce, kavram ve edebî hususları kalp cımbızıyla toplayıp toplayıp zihnine atar.
Bütün bunlar, tabiri câizse çekilen çileler, irdelemeler, sentezler, tefekkür, birikim, dikkat mesaileri, insanı yazılmış, yazılmaya da daha devam eden bir şiir hâline getirir. Bir şiir olunca da şâirlik yolu açılır.
O’nun için, kaderine yazılmış bir söz işçiliği varsa, evvelâ kendisi bir şiir olmalı, üzerinde, emek verip inşâ edeceği mısra tuğlalarından binalar için, kum taneleri ve çimentodan alâmetler taşımalı, bir bakıma, özünden özler kopararak müteahhitliğini ortaya koymalıdır.
Her şiir yazana şâir mi denir?
“Şiir, darası alınmış sözdür.” diyor Beyatlı.
Her iddia edilene şiir, her ‘şiir’ yazana ve ‘şâirim’ diyene de şâir denmez. Başta Allah vergisi şart olmak üzere, titiz bir işçiliğe el ve gönül verecek bir karakter yapısı şart.
Kendisini bir kelime laboratuarı gibi bilip, neyin, nereden geldiğini, nasıl ve nereye gideceğini hesap edebilecek bir yapıya sahip olmalıdır.
Velhâsıl, şiir yazmak, denemelerinde bulunmak, üzerine kafa yormak herkesin kârı. Ama şâir olmak öyle değil.
Şiir yaza yaza şâir olunamayacağı gibi, ortaya berrak, herkesin yürek memleketine esintiler verecek şiirler çıkarmaktan uzak, aslında kendisinin bile anlamlandırmada güçlük çektiği mısralarla ortaya çıkan ve kendilerine “şâir” denilmiş olanlara da hakîkaten şâir demek ne kadar doğrudur?
Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.