Mimari özelliği bozulmadan günümüze gelen şehir, Almanya’yı hatırlatıyor. Taş binaların, sivri kulelerin görkemi var. Arnavut kaldırımlarda yürüyüp, minik turist treniyle eski şehri gezmek bir günden fazla sürmese de unutulmaz bir iz bırakıyor.

Dev bir otel limandan ayrılıp denize açıldı. Şehir küçüldükçe deniz büyüdü. Ufka vardığımızda fındık kabuğunda yaşayan bir zerreydim. Helsinki’den yola çıkan görkemli gemi sularda titreyen zarif bir kuğuya dönüşmüştü. Dalgaların hareketi, beşikteki bebek gibi rehavet verdi. Yola çıkarken, açtığım pencereden tuz kokulu hava kolayca kamarama giriyor, yosunsu, serin, eşi bulunmaz tadıyla ciğerlerimi dolduruyordu. Sırları yutan deniz güneşli geceye rağmen karanlıktı. Güverteye çıkıp uzandım. Bir yanımda ay diğerinde güneş, daha gece başlamadan yükseldi güneş. Gecenin, sesleri sağır eden durgunluğunda sadece motorun uğultusu duyulurken hayallere daldım. Martılar kaybolmuştu. Nadiren uzaktan bir yük gemisi geçiyor, çirkin görüntüsüyle, yükü altında ezilmiş, batacak gibi, ağır ağır ilerlerken boşluğu lekeliyordu. Düşlediğim bir şeydi yılın en uzun gününe, bembeyaz bir gecede merhaba demek. Altı ay değildi yolculuğum sadece altı gündü. Zürafa, maymun hatta bir karınca bile yoktu gemide. Ağaçlar toprakta kalmış, tohumlar unutulmuştu.

Adaya indiğimde sokakta Vikingler dolaşıyordu. Mc Donalds’da hamburger yiyen boynuz başlıklı gençler, tahta kılıçlarıyla savaşan çocuklar, pusetini iten pelerinli bir anne. Uzun çizmeleri ayağında baltası sırtında bir delikanlı bisikletiyle uzaklaştı yanımdan. Şaşkındım, yürüyemeyecek kadar şaşkın. Vikingler’in tatiliydi, adada yüzyıllık kıyafetlerle 21. yüzyıl yaşanıyordu. Küçük ama sevimliydi ada. Kıyafet balosunu ise sürpriz. Ne kadar araştırırsam araştırayım yola çıkmadan, bazı detaylar hep sır kalıyor. Fotoğraf karesine sığmıyor şehirler. Filmlerin kokusu yok. Dokunmadan, tuzu hissetmeden kim tanır denizi.

Geceleri gemide geçirip, bavul taşımadan, havaalanı kargaşasından uzak her sabah başka bir şehre günaydın dedim. Tallinn görünmeden hazırdım. Karadan önce kuşlar belirdi ufukta ve toprağın kokusu duyuldu.

Geç kalkan yolcular uyandığında eski bir şehre açtılar gözlerini. Kırmızı kiremitli sivri damlar, serin esen yaz rüzgârı, soğuk güneş ve bulutlara değen katedral karşıladı bizi. Tallinn yüksek surlarıyla ortaçağa ait. Mimari özelliği bozulmadan günümüze gelen şehir, Almanya’yı anımsatıyor. Taş binaların, sivri kulelerin görkemi var. Arnavut kaldırımlarda yürüyüp, minik turist treniyle eski şehri gezmek bir günden fazla sürmese de unutulmaz bir iz bırakıyor. Yeni bina eklenmeden korunan geçmiş, Finlandiya körfezine açılan kapı, iki taraflı casuslarının ayak izleri belki de bir şehre denizden günaydın demek onu daha da çekici kılıyor.

Soğuk savaşın casusları doğuya veya batıya yollanana kadar gölgelere saklamış. Gece lambaları dar sokakları aydınlattığında ihanetin karanlık yüzü dolanmış Tallinn sokaklarında. Sovyet Rusya zamanı şehre girebilen gazeteciler, iş adamları ve ziyaretçiler Otel Viru’nun 22. katındaki meşhur lokantada yemeklerini yer ve ağırlanırlarmış. Sokaklara geri dönemeyen ziyaretçilerin var olmayan 23. katta kayıplara karıştığı yıllarca dillerde dolanmış. Bugün lokantanın bir köşesinden açılan beyaz kapıdan küf kokan kata çıkış var. Yeni açılan bu müzede çekilen ıstırabın izlerini görmek imkânsız. Sorgu odaları susmuş.

Taş döşeli yolda yürümenin keyfi başkaydı. Topukların çıkardığı sesleri dinleyerek yeşil kepenkli bir kafede oturup geçenleri seyrettim. Konuşmak için gerçek bir Estonyalı arıyordum. İhtiyar, beli bükülmüş, hikâyeleri olan birini. Oysa gemilerden inen turistler ve genç güzel Ruslar dolanıyor, restoranların önünde delikanlılar müşteri çağırmak için sesleniyorlardı. Yerli halkla tanışmak için surların dışına modern Tallinn’e yürüdüm. Cam, çelik gökdelenler ve oteller karşıladı beni, herkes hızla bir yerlere koşturuyordu. Benim aradığım Estonya bu değildi.

Gemiye dönmeden önce garson bir kadınla, limandaki palamarla konuştum. Bağımsızlığını ilk kazanan eski Sovyet ülkesi olmaktan mutlu, fiyatlardaki artıştan şikâyetçiydiler. Limandan ayrılırken ne arkamdan el sallayan ne de bir sonraki durakta bekleyenim vardı. Şehrin çok gerilerinde dumanı tüten bir kulübe dikkatimi çekti. Sivri kuleler beyaz köpükler ardında kaybolana kadar kulübenin hikâyesini hayal ettim.


Hande Berra'ın Yazısı.