Özü çürümemiş adam olmak, adamlığın, diğer bir ifâdeyle insaniyetin kaybolmaması demektir. Esasen îmân ve ondan kaynaklanan söz, amel ve davranış, özü koruyan, kollayan ve geliştiren yüce bir nimettir.

En tehlikeli hastalıklardan birisi, içten içe çürüme oluşturan hastalıklardır. Dıştan çok güzel ve sıhhatli bir görünüm arz etmesine rağmen, özün kararması, küflenmesi ve nihayet kof hâle gelmesi ne acıdır! Bitki, meyve ve hayvan gibi hemen her canlı türünde yaşanabilen bu durum, hiç şüphesiz insan için de söz konusudur. İnsanlar içinde bu hastalığa yakalanmış olanlara Kur’an, “münâfık” adını verir. Rabbimiz onların hallerini şöyle tasvir eder:

“O münâfıkları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kereste gibidirler. Her sesi kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan) çevriliyorlar!” (Münâfıkûn Sûresi, 4)

“Nifak”, ikiyüzlülüktür. İçi başka dışı başka olmaktır. Korkaklık ya da faydacı bir zihniyeti1 temelinde barındırır ve kişileri olduğundan farklı görünmeye sevk eder. Kur’an, bu ikiyüzlüleri, içinde bulundukları güven bunalımının tabiî bir neticesi olarak, bir oraya bir buraya koşan2 ve iç kimlikleri açığa çıkacak diye, her an tir tir titreyen3 kimseler olarak tanıtır. Şüphe, kalplerinin en belirgin vasfıdır4.

Kalplerinde bulunan inkâr, şüphe ve günahlardan oluşan manevî kirler sebebiyle, kalplerinde şiddetli bir hastalık zuhur etmiştir. Bu hastalık ise günden güne artarak kendilerini yiyip bitirecektir5. Diğer taraftan şeytan da fitnesini gönülleri hasta olan bu kimselerin kalplerine atar6. Kalplerinin hastalığı, yüzlerinden, sözlerinden ve davranışlarından dışa yansımakla birlikte7, yaptıklarının iyi olduğu zannıyla savunmaya geçerler. Hasımların en yamanı oldukları halde, kalplerinde olan samimi düşünceleri söylediklerine, Allah’ı şâhit tutarlar8. Yani tüm işleri yalan üzerine binâ edilmiştir9. Müminlerle beraber olduklarında “iman ettik” derler, elebaşlarının yanına varınca da “Biz sizinle aynı saftayız, müminlerle alay ediyoruz” itirâfında bulunurlar10. Kendilerini müminlerden göstermek için sık sık yemine başvururlar11. Aslında müminlere karşı içleri kin doludur12. Bununla beraber gizlemeye çalışırlar13.

Yüreklerinin hasta oluşu, hakikati kavramalarına engel olduğu için, hep dünyevî planlar kurar “ne olur ne olmaz” diyerek müminleri bırakıp başkalarıyla dostluk kurmak için âdeta yarışa girerler14.

Kur’an, Hz. Peygamberi ve müminleri bu gibi kimselere karşı dikkatli olmaya davet eder. Zîra bunlar içteki düşmandır15. Dolayısıyla zararları çoktur. Onları iyi tanımalı ve kendilerine karşı sert tavır takınılmalıdır16. En belirgin vasıfları, “yalan söylemek” olduğundan, genellikle konuşmaları kendilerini ele verir17. Nitekim Hz. Peygamber -sallallâhü aleyhi ve sellem- de bir hadislerinde:

“Münâfığın alâmeti üçtür: konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde sözünden döner, kendisine bir şey emânet edildiğinde emânete hiyânet eder”18 buyurmuştur ki, nifak-yalan birlikteliğini vurgulaması bakımından dikkat çekicidir.

Nifak mı yalan doğurur; yoksa yalan mı zamanla nifak oluşturur? Her ikisi de doğrudur, denilebilir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, gönüllerin “nifak” hastalığına yakalanma sebebi olarak, sözlerin tutulmamasına ve yalanın itiyat hâline getirilmesine dikkat çeker:

“Allah’a verdikleri sözü tutmadıkları ve yalan söyledikleri için, Allah da onların kalplerine, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar (sürecek) bir nifak soktu.” (Tevbe Sûresi, 77)

Diğer taraftan nifakın sürdürülmesi için de yalan söyleme ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Zira böylelerinin sığınabilecekleri yegane kalkan, artık yalan beyandan ve hatta yalan yere yemin etmekten başka ne olabilir ki? Söylenilen her yalan, hiç şüphesiz yeni yalanların doğmasına da sebep olacaktır. Böyle bir sarmalın içine düşen kişi, zamanla idrâk ve şuur kaybına yakalanacak ve en önemli sermayesi olan öz hakikatini ve kişiliğini içten içe çürütmüş olacaktır. Neticede ise hak ve batılı, hayır ve şerri ayıramayacak bir şaşkınlığın içine düşecektir. Kur’an-ı Kerim böylelerinin hallerine şöyle dikkat çeker:

Onlara, «Yeryüzünde fesat çıkarmayın, bozgunculuk yapmayın» denilince onlar, «Biz ancak ıslah edici kimseleriz,» derler. İyi bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat şuurları artık çalışmamaktadır.” (Bakara Sûresi, 11-12)

Kur’an, tutarlı bir kişilik sergileyen ve Allah’ın sözlü ve sözsüz âyetlerini anlayıp ibret alan kimseleri “Ülü’l-elbâb” diye niteler. Bu ifade dilimize, çoğu zaman “gerçek akıl sahipleri” diye tercüme edilegelmiştir. Kanaatimizce böyle tercüme ve tefsir etmek yerine kelime anlamı olan “öz sahipleri” diye dilimize aktarmak daha doğru olacaktır. Evet, özü çürümemiş adam olmak, adamlığın, diğer bir ifâdeyle insaniyetin kaybolmaması demektir. Esasen îmân ve ondan kaynaklanan söz, amel ve davranış, özü koruyan, kollayan ve geliştiren yüce bir nimettir. Bu özü çürüten manevî kanser virüsü ise basit hesaplara dayanan ve yalan üzerine bina edilmeye çalışılan bir hayat anlayışıdır. İşte insanı kof hâle getiren en müzmin hastalık da budur.


1- el-Ahzâb 33/19. 2- en-Nisâ 4/143. 3- en-Nisâ 4/143. 4- et-Tevbe 9/45; en-Nûr 24/50. 5- el-Bakara 2/10 6- el-Hacc 22/53. 7- Muhammed 47/30. 8- el-Bakara 2/204. 9- el-Bakara 2/10; el-Münâfıkûn 63/1. 10- el-Bakara 2/14. 11- el-Mâide 5/53. 12- Âl-i İmrân 3/119. 13- Muhammed 47/29. 14- el-Mâide 5/52. 15- el-Münâfıkûn 63/4. 16- et-Tevbe 9/73. 17- Muhammed 47/30. 18- Buhârî, Îmân, 24; Müslim, Îmân, 107; Tirmizî, Îmân, 14; Nesâî, Îmân, 20.


Adem Ergül 'ın Yazısı.