Kıyafetiniz Size Kim Olmayı Fısıldıyor?
Ayşegül Tozal
Hislerimize seslenen ne çok eşyamız var. İnsanların aruzları ihtiyaçlarını gölgede bırakmalı diyorlardı. Dedikleri oldu...
Eşyanın hakikatine Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden vâkıf olan Tanpınar, her halimize nigehbân olan saatlerimize bir nazar daha ekliyor ve soruyor, “Eski şapkalarımız, ayakkabılarımız, elbiselerimiz gün geçtikçe bizden bir parça olmazlar mı?” Nazenin dokunuşlarıyla atkımız, hafif solmuş rengini kendimize saklayıp, kimsecikler yokken giydiğimiz anne örmesi yeleğimiz ve desen desen işlenen yün çoraplar aslında hep bir yanımızı tamamlar. Üzerimize aldığımızda bir parça nostaljiyle beraber o günlerin kokusunu dahi duyarız. Eskise de, yaşanmışlıkların hatırına yama yapar kim bilir belki yeniden giyeriz.
Kıyafetler hikâyeleriyle yaşarken, yeni bir güne dair anlatacaklarımız çoğalır. Kırmızı düğmeler gelir aklımıza, beyaz elbisemiz nasıl da yakışır. Tıpkı onun gibi mavi sürahi ve yeşil kadife koltuklar da bambaşka bir ahenk içerisindedir. Parlak, yepyeni bir ayakkabıyı giyen çocuğun gözlerinden okuruz olan biteni. Onlar artık bir çift ayakkabıdan daha fazlası, çocuğun varlığının bir nişanesidir. Bir çift ayakkabıdan neler doğar; yeni arkadaşlar, oyuncaklar, sevimli bakışlar... Bir çocuktan da daha fazlası, artık büyüklerin yanında yer alır, belki amcası gibi ayak ayak üzerine atar. Ayakkabısıyla tanınır, onu tanımlayan yeni ayakkabılar olur. Kendisine bakan gözleri usulca ayakkabılarına götürür. Keyif alırken yeni halinden, başka bir karaktere bürünür.
Tanpınar, bir o kadar haklı kıyafetlerin psikolojisinden bahsederken. Halit Ayarcı’nın kendisine hediye ettiği kıyafet hakkında, “Sırtıma daha ilk geçirdiğim günde bütün varlığımın değiştiğini gördüm. Birden bire ufkum, görüş zaviyem genişledi.“ şeklinde bahseder. Hatta Roma imparatorları, Osmanlı hükümdarları kendi değerli eşyalarını yakınlarına hediye ederlermiş ki, kendileri gibi düşünsünler ve hissetsinler... Ödünç aldığımız bir kalemde dahi, başkasının hissiyatını yaşamaya başlarız. Kiralık evlerde yarım kalmış bir hikâyeyi devralırız; duvarlardan çocuk sesleri gelir adeta. Bundandır belki de önce duvarları boyarız.
Kıyafetlerin psikolojisi olduğu muhakkak, derin manalar yüklüyoruz her birine. Karakterlerimizi nasıl yansıttığıyla ilgileniyoruz, Nasreddin Hoca’nın kürkü misali önce güçlü bir mesaj veriyoruz çevremizdekilere kıyafetlerimizle. 1920’li yıllarda, Amerikalı bir bayanla yapılan röportajda, kadınlara ithafen şöyle söylüyor, “Neden hep aynı şeyleri giydiğinizi merak ediyorum. Hepiniz ilgi çekicisiniz ve harika özellikleriniz var. Kendinizi kıyafetin içinde daha iyi ifade etmeye çalışın.”Amerika’da kitleleri ihtiyaç kültüründen arzu kültürüne dönüşümü başlatan sözler oluyordu bunlar. Kurgu gayet basitti, savaştan galip çıkan Amerika seri üretimde iyi bir hale geldi ve üretimin devam edebilmesi için insanların talep etmesi gerekiyordu. Sigmund Freud’un kuzeni, Halkla İlişkilerin Babası olarak tanınan, Edward Bernays danışmanlığında, tüketici toplumun oluşturulması yönünde atılan adımlardan yalnızca birisiydi.
Yeni bir slogan belirlendi, “İnsanların arzuları, ihtiyaçlarını gölgede bırakmalı”ydı. Satın alınan şeyler artık sadece ihtiyaç değil, kendinizi nasıl gördüğünüzü başkalarına da gösterebilmekti. Ürün veya hizmete bağlılık olarak tarif edilen durum, yeni bir “şey” almak gerektiği üzerinden değil, yeni bir “şey” aldığında nasıl hissedileceğine odaklanıyordu.
Hislerimize seslenen ne çok eşyamız var. Üzerimizde taşıdığımız kıyafetlerimiz, acaba bize “kim” olmayı fısıldıyor. Belki de, “Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek giysi ve süslenecek elbise verdik. Takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) elbisesi var ya, işte o daha hayırlıdır. Bu (giysiler), Allah’ın rahmetinin alametlerindendir. Belki öğüt alırlar (diye onları insanlara verdik).” terennümünde… (Arâf, 26)
GENÇ'ın Yazısı.