Nilüferleri ilk onun tablolarında gördüm, mavi tualde yüzen yapraklar. Kokusuz göl çiçekleri. Rüzgâr esmeden kıpırdadı sular. Akıntı koparamadı yaprakları. Kurbağalar kaybolmuştu boyanın altında. Camille şemsiyesiyle güneşten korudu yüzünü, etekleri kır çiçeklerine sürünürken. Elimi daldırdığımda kıpırtısız göle, parmaklarımdan mavi aktı.

Gökyüzünden inmiş üç melek, kanatları nemli. Başlarını çevreleyen hâleye dokunmak istedim. Kızıl alevlerin arkasına saklanan şeytan değil büyücü. Meşaleye üflerken pala bıyıkları tutuştu tutuşacak. Saten şalvarı her hareketinde dalgalanırken etrafı gaz kokusu kapladı. Zafer Takının dibine oturmuş kıpırtısız gümüş adamlar, birkaç sente hareketlenip müzik aletlerini çalmaya başladı. Champs Elysees’nin her köşede bir sokak göstericisi. Paris ortaçağ şehri olamayacak kadar kalabalık. Kuytulara saklanmış evsizler. Fransa’nın en çok sokakta yaşayan nüfusuna sahip şehir acımasız.

Louvre müzesini saatlerce gezdim. Mısırdan sökülen ölüler, İkinci Selim türbesinin çalınan çinileri, sömürgelerden alınan sanat eserleri bu müzenin hazinesiydi. Değer biçilemeyen Mona Lisa, tabloların kraliçesi, cam koruma altına hapsedilmiş. Eserler bir zamanlar saray olan binada mahkûm. Kuşlar kaçmasın diye camları açmıyorlar oysa onlar birer hayal. David’in Rembrandt’ın düşleri. Kadınların saçları rüzgâra, Seine nehrinin kokusuna hasret. Denizler yıllardır güneşsiz.

Ay batmadan çıktım yola. Panjurlar kapalı, perdeler örtülü. Kaldırımlarda akşamdan kalma bira kutuları. Büyücüyü bıyıklarından tanıdım. Bir dükkânın pervazına sığınmış. Çıplak ayaklarını köpeği ısıtırken kendi vücuduna sarılmış uyuyordu.

Şehirden uzaklaştıkça asfalt siyahtan griye döndü. Yeşil kırlarda önce kuşlar uyandı. Küçük kasabalardan geçtim. Güneşe izin vermeyen bulutlar çökmüştü ufka. Eski değirmenlerin yerini rüzgâr pervaneleri almış. Taş binaların sıralandığı dar sokaklardan geçip Givency’e vardım. Sonbahar yeni geldiğinden ağaçlar daha soyunmamıştı. Rengârenk çiçekler toprağı örttüğünde gri çatılar yeşilde kaybolmuş, Seine’in kolları kırlarla birleşip sakin sakin akıyordu. Empresyonizm ’in kurucusu bu kasabada yaşadı. Evinin panjurları açık. Meltem dantel perdeleri dışarı taşımış. Göleti süsleyen Japon köprüsü hâlâ ayakta. Monet’in şövalesi fırçası yok bahçede. Doğa boyanmış, mor,sarı,pembe nilüferler, suya sarkmış salkımsöğüt dalları. Bir kayık kıyıda ressamını bekliyor. Bir gün dahi evde çalışmayan Monet’in eserleri çekiciliğini doğadan almış. Kır kokuyor tuali. Rüzgârı taşıyor dokusunda. Hayattayken tanınan şanslı sanatçılardan o. Kimsenin tasvip etmediği modeliyle evlenecek kadar da asi. Babasının sözünü dinleyip bakkallığa devam etseydi, bugün sanat akımlarından biri silinecekti sayfalardan.

Nilüferleri ilk onun tablolarında gördüm, mavi tualde yüzen yapraklar. Kokusuz göl çiçekleri. Rüzgâr esmeden kıpırdadı sular. Akıntı koparamadı yaprakları. Kurbağalar kaybolmuştu boyanın altında. Camille şemsiyesiyle güneşten korudu yüzünü, etekleri kır çiçeklerine sürünürken. Elimi daldırdığımda kıpırtısız göle, parmaklarımdan mavi aktı.


Hande Berra'ın Yazısı.