En Büyük Dava İyi İnsan Olmaktır
Markar Esayan, 1969 İstanbul doğumlu. Uzun zamandır, muhtelif gazetelerde yazılarını okuyoruz. Agos, Taraf, Yeni Şafak yazdığı gazeteler… Markar Esayan’ın ayrıca iki romanı var. İlki, “Şimdinin Dar Odası” İnkılâp Kitabevi Büyük Ödülü’ne layık görülmüştü. İkinci romanı “Karşılaşma” ise 2007 Ekim’inde okurlarıyla buluşmuştu. Biz de kendisi ile yazıları ve fikirleri üzerine bir söyleşi yaptık.
Büyük ülküler edinmenin dünyaya zarar verdiğini düşünüyorsunuz. Bir davanın adamı olmak ile insani kalmak arasındaki dengeyi nasıl ayarlayacağız?
En büyük dava iyi insan olmaktır. Her şey bunun sonrasında yer bulmalıdır. Büyük davalar bazen temel amaçları gölgeleyebiliyor. Bunu söylemekte amacım buydu, büyük ülkülerin yanlış olduğu değil. Ya büyük davalar o tüm geçerlilikleri ile bizim temel insani görevlerimizi ihmal etmek için bir gerekçeye dönüşmüşse? Ya bunu o davayı güdenler kendi şahsi amaçları için suiistimal ediyorlarsa? Ya en temel amacımız olan insana, tabiata ve çevremize sevgi borcumuzu bu şekilde ödemiyorsak?
Peki bunun sağlamasını nasıl yapacağız? Kenara çekilip bencil bir hayat sürmek, büyük ülkülere kapalı olmak mı olacak çare? Hayır. Her zaman olduğu gibi ikisinin arasında bir yol var. Aklımızı, ahlaki sorumluluklarımızı başkalarına devretmeyeceğiz. Tevazu içinde önce kendi insanlığımızı ve bireyleşmemizi önemseyeceğiz. Kendimizi gerçekleştirmek ve iyi hissetmek uğruna hazır kalıpların içinde hayatın anlamını bulmak ve aklımızı devretmek yerine sorumluluğumuzu alacağız. Ve pek tabii, ilk sırada bu olduktan sonra, büyük davalara katkımız olması daha da mümkün.
Son 250 yıldır içinde debelendiğimiz bir tarihsel kapandan bahsediyorsunuz. Biraz açar mısınız?
Osmanlı Batı’nın üstünlüğünü 18. yüzyılda kabul ettiğinde, kendi özgün ekonomi, devlet ve toplum modelini geliştirmek için çok geç kalmıştı bile. Bu nedenle çaresizce Batılılaşma, modernleşme çabasına girişti. Zamanı olmadığı için de Batı’nın üst yapılarını aldı. Bunu yaparken bir yandan da Batı’dan gelecek borca muhtaçtı. 1838’de yapılan Osmanlı-Britanya Ekonomik Anlaşması tam bir teslimiyeti ima ediyordu ve kapitülasyonlar Batı’ya bir jest olarak pazarlansa da aslında dış borç için bir zorunluluktu. Böylelikle, zaten zorda olan iç üretim gücü, yüksek ithalat ve enflasyon ile büyük darbe aldı. Ekonomi yabancı ülkelerin kontrolüne geçti. Düşük ihracat, yüksek ithalat ve gittikçe azalan iç üretim gücü ile kapana girildi. Bu kapan siyasi sonuçlar doğurdu ve aslında Osmanlı gayrıresmi olarak sömürgeleşti. Bu durum Cumhuriyet döneminde de devam etmiş, Menderes daha çok bu kapana yenilmiştir.
Türkiye’de problemlerin çözül(e)memesi için gündemi gerçeklerin oluşturmadığından, bir simülasyonun içinde olduğumuzdan bahsediyorsunuz. Türkiye’nin gerçekleri nelerdir? Problemlerin çözülebilmesi için bu gerçeklere nasıl yaklaşılmalıdır?
Osmanlı ve Türkiye’de yukarıda bahsettiğim tarihsel kapan aynı zamanda yüzeysel bir batılılaşma modeli oluşturdu. Öyle bir Batılılaşma olsun ki, sadece ülkenin kaynaklarının dışarı akmasını sağlasın ama kalkınma ve özgürleşme yaratmasın. Haliyle, böyle uzaktan kontrol etme mekanizmasını içeride yürütecek bir mekanizmaya ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaç ülkede bir bürokrasi ve sermaye sınıfını doğurdu. Bu sınıf ülkenin gerçek iktidarını her şartta sürdüren görece dindar halka göre Batılı-çağdaş gözüken seçkinler oldu. Ancak bu düzenin deşifre olmadan devam ettirilmesi de bir meseleydi. O nedenle, geniş halk kitleleri bu temel soruna odaklanamayacak şekilde suni problemlerle meşgul edilmeli, dikkati dağıtılmalıydı, yoksa iktidar kaybedilirdi. Temel olarak Kürt, Kıbrıs, Ermeni ve Alevi sorunlarının yaratılması bu nedenledir. Bu formül iş gördü ve 2000’lere kadar halk ne yaşadığının farkında olamadı. Tarihsel kapanın içinde tutuldu. Bu aslında bir vesayetti. Bu nedenle Çözüm Süreci gibi reformlar çok tehlikeli bulunuyor. Çünkü bu halkın gerçek sorunun ne olduğunu görmesini sağlayacak bir sakinleşme yaratacak.
Çatışma yüzyılının çocukları olduğumuzu düşünüyorsunuz. Sizce bu nesil, problemli bir nesil mi? Bu problem çözülebilir mi? Çözülebilirse, nasıl çözülür?
Evet, aynen öyleyiz ve bu bize dayatılan bir şey. Aslında yaşadığımız sorunlar bizlerin çözemeyeceği sorunlar değil. Bir toplumsal mühendislik sürecinden geliyoruz ve o mühendisliği yapan üst yapının önyargıları ve amaçlarını içselleştirmişiz. Bu da son 12 yıldır yaşanan reformların arada aksamasına, dönem dönem çelişkilerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Tabii ki çözülebilir ve çözülüyor zaten. Halk eski zihniyetin verdiği hasarı görüyor ve değişimin kendi hayat kalitesini ne kadar arttırdığını da fark ediyor. Yani yanlış ve doğru, ahlaki olan ve olmayan hayatın mihenk taşına vurularak sağlamasını alıyor. Bu ise en büyük garantidir. Türkiye geçmişiyle yüzleşmeye devam ettikçe bu yönde çok hızlı yol kat edecek, eskinin kof bilgilerini işletim sisteminden temizl
eyecektir.
Benim için bu hayat sonsuz hayat içinde bir evre ve burada en iyisini yapmaya odaklanmak daha iyi. Yoksa ölüm gerçeği insanın altından kalkabileceği bir yük değil. Ve aslına bakarsanız, tüm hayatımız uzunca bir vasiyetnamedir.
Tıpkı yargı ve siyaset gibi, aydın müessesemizin sorunlu olduğunu düşünüyorsunuz. Türkiye’deki aydın probleminin sebebi sizce nedir? Bu durum eğitimle mi yoksa zihniyetle mi daha çok alakalıdır? Biraz açabilir misiniz?
Bizim her müessesemiz, bu seçkin üst yapının ve toplum mühendisliğinin ürünüdür ve yapay bir gerçeklik yaratmak için kurgulanmıştır. Her şeyin bir oyun olduğunu, herkesin ipinin bir merkezdeki mühendislerin elinde olduğunu iddia etmiyorum. Bu projeye inananlar olmuştur. Bu projenin kendi işine yaradığını düşünenler olmuştur. Yüzeysel Batıcılıkla kifayet edenler olmuştur. Ama tüm bu kesimleri birleştiren sekülerlik şemsiyesi ve dinle olan sorundur. Yani sekülerlik şemsiyesi, geniş dindar ve Türk olmayan kesimlere karşı bir silah olarak kullanılmış ve suiistimal edilmiştir. Yani bizim sekülerliğimiz aslında sekülerlikle ilgisi olmayan bir iktidar saklama biçimine dönüşmüştür. Aydınlarımızın çoğu da aslen solcu vs. değil, kemalisttir. Bunu kabul etmezler ama bir noktada mutlaka cilaları dökülür.
Ölümle alakalı düşünceleriniz ilgimi çekti. Allah’a inanmayanların bile, kendi ölümlerinden sonrasını çok önemsediklerini anlatıyorsunuz. Peki, Markar Esayan ölümü ne kadar düşünür? Ya da ölüm hakkında ne düşünür?
Evet öyle. Şöyle düşünün. Bir kişi Allaha inanmıyor hatta Allah’ın ve ölümden sonrasının olmadığını düşünüyor. O kişi eğer kendisi öldükten sonra bir sebeple insanlığın da yok olacağı bilgisine sahip olsaydı nasıl davranırdı? Yani diyelim ki bir doktor ona beş yıllık ömrü kaldığını söylese, ama bir bilim insanı da altı yıl sonra dünyaya bir göktaşının çarpacağını ve yok olacağını söyleseydi? Muhtemelen gelecek nesillere bir şeyler bırakmak için yaptığı her şeyi bir kenara bırakacaktı. Hepimiz, sadece ölümden sonrası için değil, bizden sonra dünyanın devam edeceğini, ismimizin yaşayacağını, ya da gelecek nesillerin daha iyi yaşaması için bir şeyler yapmak gerektiğini düşünüyoruz. Yani herkes aslında ölümden sonra hayat olduğunu düşünüyor. Farklı bağlamlarla da olsa.
Ölüm geldiğinde ben olmayacağım. Ölüm varsa yaşam yok ve arada bir saliselik de olsa bir fark ve boyut değişikliği var. Aslında bizi çok ilgilendirmiyor bu bağlamda. Dolayısıyla ölümden korkmam için bir sebep yok. Ölümü çok düşündüm ve bunun üzerine dersler almak dışında çok düşünmemize ihtiyaç olmayan bir şey olduğuna karar verdim. Benim için bu hayat sonsuz hayat içinde bir evre ve burada en iyisini yapmaya odaklanmak daha iyi. Yoksa ölüm gerçeği insanın altından kalkabileceği bir yük değil. Ve aslına bakarsanız, tüm hayatımız uzunca bir vasiyetnamedir.
Markar yeni üniversiteye başlayan bir genç olsaydı, bugünkü Markar ona bu çatışma ortamında ne tavsiye ederdi?
Sükûnet… Yaşarken her şey çok dehşet verici ve dünyanın sonu gelmiş gibi hissettirebilir insana. Olumlu veya olumsuz değişiklikler insanı çok sarsar. Mantık ve duygu bütünlüğünü bozabilir. Oysa her şey kendi oluşunda akmaktadır. Dünyaya devasa bir göktaşı çarpacağını öğrenene kadar, hatta o zaman bile sakin olmakta, anlamaya çalışmakta fayda var. Tevazu çok önemli. Yapabileceklerimiz var, yapamayacaklarımız var. İnsan kendisini doğru yönetmeli. Ben olsam, bunlar kendi düşüncelerim mi, kendi düşüncelerimiz oluşturmak için emek veriyor muyum yoksa şablonlarla mı konuşuyorum diye bir tarama yapardım. Hatalarımız bile çok değerli ama eğer o hataları biz yapmışsak. Bilgiyi olduğu gibi özümsemek değil, bilgiden bilgi çıkarmak önemli. Çünkü ben orada devreye giriyorum. Çünkü bilgi aslında en metafizik alandır. Her bilgi, gerçekliğin sadece bir bölümünü içerir ama tümünü içerdiğini iddia eder. Bu mümkün değildir. O zaman her bilgiyi, kendi bilgimle geliştirmeli ve bunu ölene kadar yapmalıyım. Bu bilginin gelişmesi için de sürekli diğer insanların görüşlerine açık olmalıyım. Müzakere hayatın temelidir. Buna muhabbet de denebilir. Ne kadar çok muhabbet edersek, bilgimiz o kadar gelişkin olur ve demokrat olmanın temeli bu süreci önemsemektir.
Mehmet Emin Gül'ın Yazısı.