İnsan, tabiatın ruhudur. Tabiat, tabiata bakan insan varsa ruh üfler varlığa. Tabiata bakan insan yoksa, tabiattan ve insanlığından uzaklaşmışsa, kükrer insana.

Tabiat, mektup sûretinde, insana hitaben yazılmış bir “kitap”tır okumasını bilenler için.

İnsan da bir kitaptır: “Hakikat” sûretinde bir “kitap”tır insan; hem okunan hem de okuyan.

OKUMADAN MAKSAT: HAKİKATE ULAŞMAK

İnsan’ın kendini (ve tabiatı) okuyabilmesi için, hayatın ve her şeyin yalnızca kendinden ibaret olmadığı gerçeğini bilmesi elzemdir. Bunun için, insanın öncelikle halletmesi gereken mesele, okuma’yı öğrenebilmesidir.

İnsan’a, vahyin ilk emri, “oku!” emridir: “Oku!” emrinden kastedilen şey, “okuma-yazmayı öğrenmesi” değildir.

Burada insan’dan talep edilen şey, çok daha esaslı, çok daha derin bir hakikattir: Hakk’ın insana yüklediği emaneti bilmesidir: Niçin yaratıldığını idrak etmesi, yaratılışın sırrını keşfederek Yaratıcı’ya yönelmesi, kısacası, hakikatin izini sürebilmesidir.

TEKVÎNÎ ÂYET BİLİNMEDEN, TENZÎLÎ ÂYET BİLİNEMEZ

İbn Arabi Hazretleri, “ilim, malum’a tâbidir” der. Ve, “Me’luh / yaratılan bilinmeden, İlah / Yaratan bilinemez” diye ilâve eder.

Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Tenzîlî âyet, tekvînî âyet’te gizlidir; dercedilmiştir. Tekvînî âyet (varedilenler) bilinmeden, Varedici de bilinemez. Tekvînî âyet bihakkın bilinebildiği zaman, tenzîlî (vahyedilen) âyetlerin neye işaret ettiği idrak edilebilir ancak.

En mükemmel tekvînî âyet, insandır; tekvînî âyet’in zirvesi, yegâne misâli ve timsâli ise, âlemlere rahmet olarak gönderilen Fahr-i Kâinât’tır (sav).

İnsanın zübde-i âlem (âlemin, özü ve özeti) olmasının sırrı, Efendimiz’in (sav), kendilerini, “cevâmiü’l-kelim” (=“bütün kelimelerin / hakikatlerin toplamı”) olarak tarif etmesi gerçeğiyle ifşa eder kendini.

Ayette, varoluşun hakikatlerini okumanın iki yolundan sözedilir: Hem enfüs’e (“iç dünya”ya) hem de âfâk’a (“dış dünya”ya) doğru yolculuk yapmaktır bu.

Aslolan, enfüs’e (iç dünyaya, melekûtî âleme) ulaşabilmektir. Enfüs’e ulaşmanın yolu, âfâk’a (mülk âlemine) bakmaktan, yani tekvînî âyeti okumaktan geçer.

YOL HARİTASINI “GÖSTERECEK” YOL FENERİ NEREDE?

Ancak tekvînî âyeti okuyabilmenin yol haritası, tenzîlî ayet’le serilir önümüze: Tenzîlî âyet, yol feneridir: Tekvînî âyet ise, yol feneriyle aydınlanabilen, açığa çıkabilen, açıklık kazanabilen bir yol haritası.

Çağdaş insanın elinde yol feneri de yok, yol haritası da. Harita var çağdaş insanın elinde ama bu harita, “yer haritası” sadece: İnsanı yere mahkûm eden, hakikatin üstünü örten ve her şeyi yerinden ederek insanı yersizleştiren-yurtsuzlaştıran kuru, ruhsuz, yersiz bir harita bu.

“Oku!” emri, yaratılışın sırlarını çözerek Yaratıcı’ya ulaşmanın yollarını bulmayı emreder bize.

İşte yaratılışın sırlarını çözmenin yolu, tenzîlî âyetin / vahyin bahşettiği yol feneriyle yolculuğa çıkmaktan geçer. Yol feneri yoksa, her yer karanlıktır; insan, karanlığa mahkûm, demektir.

ÇAĞDAŞ İNSANIN ÇIKMAZI

Çağdaş insanın çıkmazı, tam da burada karşımıza çıkar: Çağdaş insan, yol fenerinden yoksundur. Yoksundur; çünkü yol fikri de, yolculuk fikri de yoktur.

O yüzden yolda kalmış; o yüzden, dünyaya mahkûm olmuş, dünyayı putlaştırarak, engin, sonsuz ebedî dünya’ya gözlerini de, aklını da, ruhunu da kapatmış; bu geçici dünyayı kalıcılaştırma, mutlaklaştırma yanılsamasına kaptırmıştır aklını da, zekâsını da, hayatını da.

İnsanı, sadece bu dünyanın varlığı olarak görmek, insanı, bu dünyaya mahkûm etmekle ve hayatı çölleştirmekle sonuçlanır, kaçınılmaz olarak.

İnsan, dünyaların dünyası bir varlıktır. Dünyaları aşan, başka dünyalara ulaşma, sonsuzluğa kavuşma melekeleriyle donatılmış bir varlıktır insan.

İşte başka dünyaların varlığının en bâriz alâmeti, tabiattır. Tabiat, tekvînî âyetin tezahür ettiği, insanın kendini bulabileceği, fıtratına ulaşabileceği bir “yer”dir, şifrelenmiş bir âyettir.

Çınar şehadet makamındadır; buğdaysa, secde makamında. Secde makamı, varlığın, Yaratıcı’ya en yakın olduğu yerdir. Kula, gelip geçici olana kulluğun aşıldığı, Yaratıcıya, ebedî ve ezelî kudrete boyun eğme makamına ulaşıldığı zirve noktadır buğdayın secde makamı. Çınar direnir; buğday diriltir.

“MUTLAK BAŞKA”

İnsan, başka’sına bakmadan, başka’sını bulmadan, kendi de olmaz, kendi’ni de bulamaz: Çok yönlü, çok katmanlı ve çok bilinmeyenli bir “bilmece”dir çünkü insan.

İnsanın kendini bilebilmesi, öncelikle, başkası’na bakabilmesiyle, başkası’yla irtibata geçebilmesiyle mümkün.

İşte tabiat, “o başkası”dır: İnsan, tabiata bakarak, Mutlak Başka’ya (yani hiç bir yaratılan’a benzemeyen, ama yaratılanları kendi isim ve sıfatlarıyla bezeyerek vareden) Mutlak Yaratıcı’ya ulaşabilir.

MÜMİN, MÜSLİMLİĞİNİ TABİATA BORÇLUDUR

Tabiat, kendi tabiatını bilemez. Ama ne yapacağını, vazifesinin ne olduğunu iyi bilir.

İnsansa, kendi tabiatını da, tabiatın tabiatını da bilebilir; ama ne yapacağını, vazifesinin ne olduğunu -çoğu zaman- bilemez, -zâlim’dir.

Tabiat, Allah’ın (cc) emrine teslim olmuştur. İnsan, tabiata bakarak, müslim olmanın, mümin olmanın ve Muhsin olmanın ne demek olduğunu idrak edebilir.

Özetle: Mümin, müslimliğini, tabiata borçludur. Tabiat olmasa, insan, insanlığını / yaratılmışlığını idrak edemez ve hakikate teslim olamazdı.

Çağdaş insan, (tefekkür ederek, yani büyü’lenerek) tabiata bakmak yerine, tabiatı teslim almaya (tekebbür etmeye, yani büyük’lenmeye) kalkıştığı için, yerini-yurdunu yitirdi; tabiatı bitirdi ve hakikati silindir gibi ezerek yok etti: Kendini de, hayatı da çöle mahkûm etti.

AYNA’YA BAKMADAN YOLA ÇIKMA!

Oysa tabiatla insan birbirinin aynasıdır. Tabiat, insana ayna tutar: Ve insanı, bu aynayı, aynaya yansıyanları okumaya çağırır.

İnsan, tabiatsız yaşayamaz; tabiatını yitirir.

İnsanın insanlığını idame ettirebilmesi tabiatla kurduğu ilişkiyle mümkündür -bir açıdan bakıldığında. Tabiat, varlığını sürdürebildiği ölçüde, insan varolabilir, varlığa ve kendi varlığına anlam katabilir.

İnsanın varlığı ve varlığını anlamlandırabilmesi, tabiatın varlığını sürdürebilmesine bağlıdır.

TABİATTA GİZLENEN HAKİKAT HAZİNELERİ

İnsana iki sûreti, bir de bu sûretlerin sırlarını barındıran şifrelerin hakikatini okuması emredilmiştir.

İnsanın okuması istenen iki sûretten biri tabiatın bedeni, diğeri ise kendi bedenidir. Kur’ân sûre’leri, insanın ve tabiatın sûret’lerini okumak için indirilmiştir.

Tabiat, insanın bedeni gibidir. Tıpkı insanın bedeni gibi tabiatın bedeni de insana emanet edilmiştir. Öyleyse, insan, “bedeni” üzerinde titremelidir.

İnsan, tabiatın ruhudur. Tabiat, tabiata bakan insan varsa ruh üfler varlığa. Tabiata bakan insan yoksa, tabiattan ve insanlığından uzaklaşmışsa, kükrer insana.

Sözün özü: Tabiat, mahcub’dur: Gizlenmiştir. Gizli hazinelerle bezenmiştir.

Hakikatin hazineleri tabiatta şifrelenmiş, tabiata “yüklenmiştir”.

RÜZGÂRIN BİLGELİK VE GENÇLİK AŞISI: ÇINAR’IN DİRENİŞİ, BUĞDAY’IN DİRİLTİŞİ

Tabiatta hakikatin sonsuz hazinelerinin şifrelendiği iki ayna: Çınar ve buğday.

Çınara da, buğdaya da ruh üfleyen, insanla tabiat arasında “elçi” işlevi gören, Rahman’ın rahmet eli, rüzgâr’dır.

Rüzgâr, ruh üfler tabiata. Tabiattaki bütün varlıklara. Arapça’da “rîh” demek olan rüzgâr’ın “ruh” kelimesiyle aynı kökten türemiş olması ne kadar mânidardır!

Rüzgâr, en çok çınarları ve buğdayları sever.

Rüzgârı hem en çok hisseden hem de rüzgâra en çok direnen ağaç, çınar ağacıdır.

Çınar, bilgeliğin simgesidir çünkü; tecrübenin ve kemâle ermenin ne demek olduğunun engin alfabesi.

Buğdaysa, teslimiyetin, bereketin ve rahmetin adresi.

Buğday ekini, teslimiyetin simgesi olduğu için yer ekini olduğu kadar gök ekinidir de.

Buğday, çınardan daha güçlüdür. Çınar zamanla yaşlanır ama buğday her zaman genç, her zaman diridir.

Çünkü çınar şehadet makamındadır; buğdaysa, secde makamında. Secde makamı, varlığın, Yaratıcı’ya en yakın olduğu yerdir. Kula, gelip geçici olana kulluğun aşıldığı, Yaratıcıya, ebedî ve ezelî kudrete boyun eğme makamına ulaşıldığı zirve noktadır buğdayın secde makamı.

Çınar direnir; buğday diriltir.

O hâlde söylenecek altın söz şu: Çınar gibi metin, buğday gibi serin ol!


Yusuf Kaplan'ın Yazısı.