Üçüncü Büyük Çağın Eşiğinde
Bugün, üçüncü büyük bir çağın eşiğinde bulunuyoruz. Bu inkâr edilemez bir hakikat. Ancak bunun olmazsa olmaz şartları var. Öncelikle İslâm’ın köklerine tekrar geri dönmek… Kendi kimliğimizi bulmak, durduğumuz yeri iyi tespit etmek…
1930’larda Türkiye ve İslâm coğrafyasının manzara-i umumiyesine dönüp baktığımızda, tek kelimeyle koyu bir bedbinlikle karşılaşırız. Bir başka deyişle, ümitsizlik ve karamsarlıklarla… İnsanlar nasıl karamsar olmasınlar ki, öncelikle Hilafet-i İslamiye ilga edilmiş, Müslümanların siyasi birliği yok olmuş…
Allah Rasûlü’nün vefatı sonrası, Hz. Ebu Bekir’in, O’nun dinî-siyasî misyonunu deruhte ettiği hilafet kurumu… Yaklaşık on beş asırdır, ümmet-i İslâm’ın en güçlü dönemlerinde de, en zayıf dönemlerinde de; en birleşik günlerinde de, en parçalı günlerinde de, varlığını ve Müslümanlar üzerindeki etkinliğini sürdürmüş bir ulvî makam olan hilafet…
18. Yüzyılın sonu ve 19. Yüzyılın başına gelindiğinde, İslâm coğrafyasında Balkanlardan Endonezya adalarına, Kafkaslardan Güney Afrika sahillerine kadar geniş bir coğrafyayı nüfuzu altına alan ve emperyalist güçlerin ayağını en çok bağlayan hilafet kurumu… İngiliz ve Fransızların işgal ettikleri Anadolu topraklarını boşaltmakta hiç tereddüt göstermemelerinin nedeni, Lozan’da kendilerine hilafetin ilga edileceğine dair teminat verilmiş olmasından başka ne olabilir ki?
Karamsarlığın bir diğer sebebi, saltanatın ilga edilmiş olması… Saltanat deyip geçmemeli! Yedi asırdır, Müslümanların birlik ve bütünlüğünü temsil eden, yeryüzünün en güçlü devletlerinden biri olan Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmiş olması ve bunun alemdarlığını yapmış Osmanoğulları’nın vatan cüda edilmeleri az şey midir?
Belki de hepsinden önemlisi, umutlarını yeniden Türkiye’ye bağlayan ümmetin umudunun boşa çıkarılması… Bu ümitlerin ne kadar büyük olduğunu anlamak için, Hindistan Müslümanlarının büyük şairi İkbâl’in şiirlerine, Arap âleminde el-Menâr dergisiyle entelektüel mücadelesini sürdüren Muhammed Reşid Rıza’nın makalelerine, Afrika Müslümanları liderlerinden İstiklal Harbi için Anadolu’ya gelen Şeyh Ahmed Senusi’nin faaliyetlerine bakılsa yeterlidir.
Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsirini böyle bir buhran havası içinde kaleme alır. Bir âlim, bir entelektüel, bir müderris olan bu zat, o günlerde maişetini temini bile hayır sahiplerinin üstleneceği bir yoksunluk içindedir. Ancak o, dinine, ümmete olan inancını hiç kaybetmemiş, bu ye’s hâlinin bir gün gelip geçeceğine inanmıştır. Belki de en önemlisi, bir âlim olarak bu karanlık günlerde müminlerin önünde bir ümit ışığı yakması gerektiğinin şuuruyla hareket etmiştir. Onun tefsiri boyunca o ümit ışığına pek çok kez rastlamak mümkündür. Bununla birlikte Saf Sûresi’nin 8. ayetine getirdiği bir tefsir var ki, o tefsir bugün, o gün olduğundan daha büyük bir anlam ifade ediyor.
Söz konusu ayetin meâli, “O Allah ki, Rasûlü’nü hidayet (Kur’an) ve Hakk’ın dini ile gönderdi; o dini diğer bütün dinlere üstün kılmak için… Müşrikler istemeseler bile!” şeklindedir. Bu ayet-i kerime ilginç bir biçimde Kur’an’ın Tevbe, Fetih ve Saf gibi daha çok cihat ve fetihten bahseden üç ayrı suresinde, üstelik de aynı lafızlarla tekrar etmektedir. Elmalılı bunu şöyle yorumlamaktadır:
“Tarih gözden geçirilecek olursa görülür ki, İslâm’ın bu ayetlerde müjdelenen galibiyeti ilk defa Resûlullah zamanında, “Bugün sizin dininizi ikmal ettim…” (Mâide Suresi ,3) ayetinin inişiyle bütün Arabistan’da başlamış ve Abbasi hilafetinin çöküşüne kadar doğudan batıya bütün âleme yayılmıştı. Arada bir düşüş dönemi kendini gösterdikten sonra çok geçmeden Türklerin ortaya çıkışı ve İstanbul’un fethiyle ikinci parlak dönem başlamış, bu da bir taraftan Kafkas dağlarından Atlas okyanusuna, diğer taraftan da Lehistan’dan Habeşistan’a kadar geniş bir bölgeyi içine almıştı. Zamanımızın geçirmekte olduğu büyük buhranlarını sonucunda daha kim bilir dünya ne gibi değişikliklere ve gelişmelere sahne olacaktır. Neler yıkılıp neler yapılacaktır. Her ne olursa olsun bu yeni asrın fikir ve fen alanındaki ilerlemesi ile gerek İslâm âleminin ve gerek diğer çeşitli milletlerin vicdanında meydana gelecek uyanmaların istikbalde karşı karşıya kalacağı değişiklik, dünyayı alt üst eden haksızlıkların ortadan kaldırılmasıyla umumi hayatta Hakk’ın daha yüksek bir görünüme kavuşturulma gayesini hedeflemektedir. Bunun, tevhid fikri ile Hak dininin öne çıkmasına bağlı olmasından dolayı İslâm’ın yeni bir yükseliş ve inkişaf dönemine gireceğine inanmak gerekir. Zira Kur’an bu manayı sadece üç surede tekrar etmekle kalmamış, başka ayetlerle de teyit etmiştir.”
Evet, ilk kez Allah Rasûlü ve hemen ardından gelen Hülafa-i Râşidîn, Emevî ve Abbâsî dönemleri, İslâm’ın en büyük fetihlerini gerçekleştiği, din, ilim, hukuk, sanat, edebiyat, mimari gibi hayatın her alanında Müslümanların altın çağlarını yaşadıkları dönemler olmuştur. İkinci olarak Selçuklular’la başlayıp Osmanlılar’la zirveye ulaşan, İslâm’ın yeni bir medeniyet yorumu ortaya çıkmıştır.
İşte bugün, üçüncü büyük bir çağın eşiğinde bulunuyoruz. Bu inkâr edilemez bir hakikat. Ancak bunun olmazsa olmaz şartları var. Öncelikle İslâm’ın köklerine tekrar geri dönmek… Kendi kimliğimizi bulmak, durduğumuz yeri iyi tespit etmek… İkinci olarak siyasi birliği tekrar kurmak… Böyle bir idealle yola çıkan insanlara destek çıkmak. Zira siyasi birliği sağlayacak insanlar, bir avuç garip insandır. İslâm, bir avuç inanmış insanın gayretleri kuşanmasıyla tekrar özlediği günlere kavuşacaktır. İbn Haldun da devlet teorisini bunun üzerine kurmaz mı zaten… Asabiyet dediği bir avuç inanmış ve adanmış insanın varlık ve yokluk mücadelesidir. Büyük medeniyetler böyle doğar ve büyür…
28 Şubat süreci yine karanlıkların çöktüğü günlerdir… Zor zamanların kalemi Ahmet Taşgetiren, o günlerde bir Allah dostunun sözlerine işaret ederek “Bedbinliğe Yer Yok!” diye bir yazı yazar… Nisan 1997, yani 28 Şubat’ın ilk günlerinde, Altınoluk Dergisi’nde de “Sadık Dânâ Efendi Hazretleri İle Sohbet” adıyla bir röportaj yayınlar… Sorulan sorular arasında İslâm âleminin mevcut siyasî buhranları vardır. Sadık Dânâ Efendi (k.s.), Müslümanların bir on yıl gibi bir süre daha sabretmeleri gerektiğini, Cenab-ı Allah’ın hayırlı idareciler nasip edeceğini, Müslümanların biraz daha güçleneceğini ifade eder. 2000’li yıllarda Müslümanların ne durumda olacağına dair biraz daha ısrarlı sorular karşısında ise şu müjdeleri verir:
“Cenab-ı Allah inşallah güzel günler gösterecek. Herkes faaliyetlerini yapacak. Cenab-ı Hakk bir halife nasip edecek Müslümanların başına. Dağınık olunca tabii hiçbir şey olamıyor. Lokman Hekim kırk tane çöp bağlamış, ‘kırın’ demiş, evlatlarından kimse kıramamış. Çözmüş hepsini, çat çat kırmışlar. ‘Hepiniz birleşin ki böyle kuvvetli olasınız,’ demiş. Bu ancak hilafetle olur.”
Bu sözleri ister 50 yıldır Müslümanların içtimai ve siyasi gidişatını takip etmiş bir İstanbul Beyefendisinin görüşleri, ister bir Allah dostunun kerameti olarak okuyun… Her halükarda ümmetin güzel günlerine işaret var. Yani Müslümanların üçüncü büyük çağına işaret!
Mesut Kaya'ın Yazısı.