Yıkılmadan Ayakta Durma Formülü
“Biz Allah’a aidiz” demek, bizim canımız, malımız, evlâdımız, hulasa bize ait gibi görünen her şeyimizle beraber O’na aidiz, demektir. Yani esasen biz bize ait değil, O’na aidiz.
Hayat yürüyüşü, düz bir yürüyüş değildir. Umulmayan engeller, inişler, çıkışlar, fırtınalar, beklenmeyen belâlar, musibetler, hastalıklar ve ölümler söz konusudur. Bütün bunlar karşısında, hayata küsmeden, pes etmeden, çözülmeden, ümitleri yitirmeden, ayakta kalmak ve geleceğe yürümek, hayata ve hadiselere bakış açımıza bağlıdır. İşte bu sıhhatli bakış açısını bize kazandıran Rabbimizin öğrettiği şu esrarlı cümledir:
اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنّاَۤ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ
“Biz Allah’a aidiz ve yalnız O’na dönen kimseleriz”
Bu cümle, başarının olmazsa olmaz temel bir kuralı olan “sabrın”, hem dildeki bir ifadesi ve hem de sabrın oluşmasını sağlayan gönüldeki şuurun inşa vasıtasıdır.
“Biz Allah’a aidiz” demek, bizim canımız, malımız, evlâdımız, hulasa bize ait gibi görünen her şeyimizle beraber O’na aidiz, demektir. Yani esasen biz bize ait değil, O’na aidiz. Bu muhteva, Allah’a her şeyimizle teslim olmanın ve O’ndan gelen her şeye razı olmanın en güzel bir ifadesidir. Böyle bir teslimiyet, kişiye tam bir huzur bahşeder. Zira bütün acılar bize ait zannettiklerimizin kaybından hasıl olur.
Bu konuda ashâb-ı kirâmdan Ümmü Süleym’in kocasına karşı tavrı ne güzel bir örnektir. Çocuğu vefat etmiş olduğu hâlde bu, onu kocasına hizmet ve fedâkârlıktan alıkoymamıştır. Rivâyet edilir ki, Ebû Talhâ’nın ağır hasta olan oğlu, kendisi evde yokken vefat etmişti. Ümmü Süleym, çocuğun vefat ettiğini görünce onu yıkayıp kefenledi. Ebû Talhâ gelince:
“–Oğlan nasıldır?” diye sordu. Ümmü Süleym:
“–Çocuğun ıstırabı sakinleşti, istirahat ettiğini zannediyorum.” dedi. Ümmü Süleym, ev halkına:
“–Sakın Ebû Talhâ’ya oğlunun öldüğünü söylemeyin, tâ ki ben söyleyinceye kadar!..” diyerek sıkı tenbihatta bulundu. Sonra kocasının yemeğini getirdi. Ebu Talhâ yemeğini yedi. Ümmü Süleym süslenip zevcesine göründü. Beraberce istirahate çekildiler. Sabah olunca, Ebû Talhâ evden çıkmak istediği sırada, zeki ve takvâ sahibi bir hanım olan Ümmü Süleym:
“–Ey Ebû Talhâ, şu komşumuzun yaptığına bak, kullanmak üzere aldığı emâneti istediğim zaman vermek istemediler.” dedi. Ebû Talhâ:
“–Hiç olur mu, iyi etmemişler!” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ümmü Süleym:
“–Ey Ebû Talhâ, oğlun senin yanında Allah’ın bir emânetiydi, onu geri aldı.” deyiverdi. Ebû Talhâ birden şaşırdı, sustu ve sonra:
انّا للهِ وَ اِنّاَ اِلَيْهِ رَاجِعُون
“–Biz Allah içiniz ve muhakkak O’na döneceğiz” diyebildi. Namaz için mescide gittiğinde olan biteni Hazret-i Peygambere anlattı. Allah Rasûlü:
“–Cenâb-ı Hak, bu gecenizi mübârek kılsın.” diye duâ etti. Bu duâ üzerine daha bir yıl geçmeden Allah, bu âileye bir erkek evlât daha ihsan buyurdu. Peygamber Efendimiz bu yeni doğan çocuğa hurma yedirerek duâda bulundu ve ismini “Abdullah” koydu. Yine bu duânın bereketiyle Abdullah’ın dokuz veya yedi çocuğu olduğu ve hepsinin kurrâ hâfız oldukları rivâyet edilmiştir. (Buhâri, Cenâiz 42, Akîka 1; Müslim, Edeb 23)
Bu Rabbânî şuur kendilerine yerleşen gerçek mü’minler, gönülleri sarsılmadan kulluklarına ve hayatlarına devam ederler. Aziz Mahmud Hüdayi –kuddise sirruh-’un evladının ölümü üzerine söylediği şu sözler, bu mânânın şiire dökülmüş bir kalıbı gibidir:
Alan Sen’sin veren Sen’sin kılan Sen
Ne verdinse odur dahi nemiz var
“Allah’a ait olmak” idrâki, bize ve bize ait her şeye hem izzet ve şeref bahşetmekte ve hem de kendi adımıza bir mülkiyet ve saltanat iddia ederek, yalancı bir varlık algısına ve kibre düşmemize engel olmaktadır. Diğer taraftan “Yalnız Allah’a dönecek” olmamız da gelecek adına ve hatta ölüm sonrasında yok olup gitme ya da toprağın bağrında çürümeye terkedilme gibi korkulara karşı, sonsuz bir güven, sükûnet ve itmi’nan veren bir imandır. Evet, âsîler ve günahkârlar için bir korku barındırsa da iman edip, salih ameller işleyen ve Allah’ın rahmet ve bağışlayıcılığına hüsn-i zan besleyen gönüller için büyük bir tesellidir. Hatta Mevlânâ gibi aşk kahramanlarına ise bir şeb-i arûs (düğün gecesi)dir.
Bu huzur formülü, esasen sadece gönlü teselli etmekle kalmaz, teslimiyet ve rıza bereketi sayesinde, kaybettiklerimizin yerine daha farklı güzelliklerin lutfedilmesine de kapı açar. Allah Resûlü –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunu da şöyle müjdeler:
“Kendisine bir musîbet gelen Müslüman:
اِنَّا ِللهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ. اَللّهُمَّ أْجُرْنِى فِى مُصِيبَتىِ وَأَخْلِفْ لِى خَيْرًا مِنْهَا
«Biz Allâh’a âidiz ve ancak O’na döneceğiz. Allâh’ım! Bana bu musîbetten dolayı ecir ver ve bana bundan daha hayırlısını ihsân eyle!» derse, Allâh o musîbeti alır ve mutlakâ daha hayırlısını ona verir.” (Müslim, Cenâiz, 3)
Âyet-i kerimede de sanki bu sırra işaret vardır. Zira imtihanlar karşısında böyle bir teslimiyet gösteren ve dilinden böyle sözler dökülen kimseler hakkında Kur’an-ı Kerim’de şu müjde verilir:
“İşte Rab’leri tarafından bol mağfiret ve rahmete mazhar olanlar onlardır. Doğru yolu bulanlar da ancak onlardır.” (Bakara Sûresi, 157)
Burada şunu da ilave edelim ki: Mü’min, Allah’tan sürekli âfiyet ister. Belâ ve musibetle imtihana tabi tutulmayı istemez. Ancak böyle bir imtihanla karşılaşınca da ona düşen, gönlünde bu şuur ve dilinde bu ifade ile Allah’a tam bir teslimiyet göstermek ve O’ndan gelene razı olduğu duruşunu sergilemektir. Böyle bir duruş, onun yıkılmadan ayakta kalmasını sağlayacak ve hatta geleceğe yeni kapılar açılma ümidini besleyecek bir iç güven ve huzur kaynağı oluşturacaktır.
Adem Ergül 'ın Yazısı.