Merve Kurtoğlu

Ayşegül Genç, “Ölü Serçe Dönemeci” isimli ilk romanının üzerinden bir sene geçmeden yeni romanı ‘Çile Kırgını’nı yayımladı. “Okur Kitaplığı”ndan çıkan ve özgün bir üsluba sahip olan bu eserinde, sosyolojik analizlere, aforizmalara, hüzne, cinayete, Afrika’ya, Mehmet Akif’e ve daha birçok konuya temas eden Ayşegül Genç ile, kitabı bahane ederek keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

omanınız bir cinayetle başlıyor. “Ölü Serçe Dönemeci” adlı ilk romanınızda da bir cinayet söz konusuydu. Ölümle olan ilişkiniz bu iki romanla sınırlı kalacağa benzemiyor. Ölümle olan irtibatınızı nasıl tanımlarsınız?

Ben insanların sadece ölümle karşılaştıkları an ciddi bir muhasebe yaptıklarına inanıyorum. Bir sedyeye yattıklarında, bir kazadan ucuz kurtulduklarında ya da sevdikleri birini kaybettiklerinde. Diğer yandan ölmeden önce ölümü içselleştirmek, prova yapmak, ölüm tefekkürü yapmak; “sen çok yaşa” diyen sistemlerin panzehiridir. Bu roman da diğeri gibi bir ölüm tefekkürü benim için.

“Acımak insanların arasındaki mesafeyi büyütür, merhamet ise bu mesafeyi kapatır. Merhamet bir sonucu da beraberinde getirirken, acımak sadece birkaç saniye sürer ve kaybolur.” Bu cümleler merhamet ile acımayı birbirinden o kadar güzel ayırıyor ki kaleminize sağlık. Afrika ile alakalı anlattıklarınız, bildiğimiz ama bilmiyormuş gibi yaptığımız hakikatleri özetliyor. Bu ‘kara kıta’ ve diğer mazlumlar sizin derdinizi oluşturuyor. Onlara duyduğunuz merhamet mi “Ölü Serçe Dönemeci” ve “Çile Kırgını” romanlarını size yazdıran?

Acımak ile merhamet arasındaki ince çizgi aslında cömertlikle israf, hoşgörü ile tahammül arasındaki o ince çizgi ile aynı. Acımak, israf ve tahammül anlıktır. Merhamet, cömertlik, hoşgörü devamlıdır. İnsan ebedi hayata iman ederek, sürekli bir yürüyüş ve devamlılık içinde olduğunu kabul eder. Anlık azıklarla değil devamlı olanlarla yola çıkar. Böylece insan hem kendini hem de muhatabını onararak ilerler. Bu açıdan cömertliğimiz henüz bir insanın hayatını değiştirmemişse ya da kendimizde var olduğunu iddia ettiğimiz hasletler etrafımızdaki birilerine tutamak noktası olmamışsa iman iddiamızı gözden geçirmemiz gerekir. Afrika ile ilgili duygularımız da anlık. Öğrenilmiş anlık duygular bunlar. Anlık olan hislerimizle Afrika için hiçbir şey yapamayız. Tam tersine üstünlüğümüzü(!) gözden geçiririz sadece. Oysa biliyorsunuz bizde sadece takva ile üstünlük vardır. Diğer üstünlük iddiaları şeytandan gelir. Mazlumları görerek ve göstermeye çalışarak nefsimizin bu iddialarını törpüleyebiliriz.

Roman için güzel bir isim seçimi olmuş “Çile Kırgını”. Müslüman kalma savaşımızı anlatan bu kitap bir sürü bilgi mesajı atıyor kalbimize, beynimize. “Tam olarak vermek istediğim mesaj ise şuydu” diyebileceğiniz bir şey var mı? Söz, aramızda kalacak.

Eskiden çilehanelerde dünyadan uzaklaşıp kırk gün çile çıkarırdı dervişler. Çilesini çıkaramayana ise “çile kırgını” denilirdi. Romanın ismi buradan mülhem. Şehir hayatının bizi sarmalayan zindanında kendimizdeki kibri, üstünlük iddiasını törpüleyerek çile dolduruyor ve o dervişlere yaklaşıyoruz. Çilemizi kırıyor muyuz, tamamlıyor muyuz orası bir sır. Çünkü bazıları kendisini çile kırgını sanır, ama çilesini başka başka şekilde doldurmaya devam ediyordur. Bazıları ise çile çıkardığını sanır ama aslında her şeye yeni başlıyordur. Mehmet Akif de görünüşte tasavvufa mesafelidir ama Mısır sürgünü onun için bir çilehane gibidir. Yarı tok, emanet hırkalarla, uykusuz, ilim ve ibadetle geçen bir ömür sürer. Tıpkı bir derviş gibi. Bu yüzden bu kitabı Mehmet Akif’e ithaf ettim. Ve onun ideali olan Leyla’yı romanın bir kahramanı ile özdeşleştirdim. Hem davası, hem kendisi, hem de yolu Leyla olanlara da ithaftır bu kitap.


GENÇ'ın Yazısı.