Orduda bilek gücünün ve kelle sayısının önemini çoktan yitirdiği, ömürden geçen günlerin izmarit toplamakla heba edilemeyecek kadar kıymetli olduğu günümüzde de bedelli talebinin ayyuka çıkmasına çok fazla olumsuz anlamlar yüklemek doğru değildir.

enenin belli periyotlarında şehirlerde ana cadde-ara sokak fark etmeden bayraklı kornalı konvoylar yolları kaplar, ana sloganı “en büyük asker, bizim asker!” olan çılgın bir eğlence sabahlara kadar devam eder.

Tabii yollar kapanır, trafik aksar, gürültüden rahatsız olanlar olur ama kimse bir şey diyemez, çünkü hadisenin merkezindeki kişi “kutsal” bir göreve gitmektedir, o da bu şekilde uğurlanmalıdır. Kısacası ritüelin dokunulmazlığı vardır.

Askere uğurlama merasimi yeni çıkmış bir adet değildir, uzun bir mazisi vardır ve sadece şehirlerde değil köylerde de yapılır. Fakat oralarda böyle rutin hayatı aksatacak uygulamalar olmaz. Köy meydanında ya da askere gidecek delikanlının evinde harmanında düğün benzeri bir şölenle uğurlanır er kişi. Orada en azından şehirdeki kadar büyük bir problem çıkmamaktadır ortaya.

Özellikle ülkenin doğusunda 30 yıl devam etmiş olan “düşük yoğunluklu savaş” döneminde bir cinnet ayinine dönüşen asker uğurlamaları, kendilerine atfedilen kutsiyetten ötürü ne kadar rahatsızlık verici olursa olsun kimse tarafından açıkça kınanamadı, şikâyetler yüksek sesle dile getirilemedi. Getirmeye kalkışanlar da “abi PKK mıyız, vatan için gidiyoruz yeaaa…” tepkisiyle karşılaşınca ikinci bir hamle yapamadılar.

Davul zurnayla gidildiğine göre bu askerlik çok neşeli ve keyifli bir görev olmalıydı. Pekâlâ öyle miydi? İşte orası biraz karışıktı. Bir kere mecburi bir görevdi bu. Herkesin koşa koşa (!) gittiği bir görev neden mecburiydi? Mecburi olmasa yine herkes gider miydi? Askerde neden herkes şafak sayıyordu o zaman? (Bilmeyenler için: Şafak burada askerin terhis olacağı gün doğacak güneşin adıdır. Telaffuz edilen rakam da o güne kadar kalan gün sayısıdır. Gün doğarken doğu ufkunda beliren aydınlıkla güneşin ne alakası var demeyin, yoksa bu yazı bitmez)

Askerlik görevini sorgulamak niyetinde değiliz. Amma ve lakin halkımızın bu göreve yaklaşımında bir takım çarpıklıklar gözümüze ilişir de üzerine iki kelam edelim isteriz. Mesela biz çok kahraman bir milletizdir ama Kurtuluş Savaşı devam ederken asker kaçakları için kanun çıkarılmak zorunda kalınmıştır, çünkü sayıları yüz binlerle ifade edilmektedir. Günümüz Türkiye’sinde de bedelli askerlik bekleyen yine yüz binlerce kahraman vatan evladı vardır.

Lafı uzatmayalım. Bunlar bizim korkak bir millet olduğumuzu göstermez. Ne için savaştığını bile bilmeyen, eğitimsiz, aç ve cahil bir kitleyi yıllarca o cepheden bu cepheye sürüklerseniz insani tepkiler vermeleri normaldir. Orduda bilek gücünün ve kelle sayısının önemini çoktan yitirdiği, ömürden geçen günlerin izmarit toplamakla heba edilemeyecek kadar kıymetli olduğu günümüzde de bedelli talebinin ayyuka çıkmasına çok fazla olumsuz anlamlar yüklemek doğru değildir.

Toplumlar da tıpkı bireyler gibi alışkanlıklarıyla yaşarlar. Alışkanlıklarını kazandıkları hayat şartları ortadan kalksa bile bir süre daha onların etkisiyle yollarına devam ederler. Günümüzün genç nesli Cudi Dağı’na Türk Bayrağı’nı diken Kahraman Mehmetçik masallarıyla büyüdü. O yüzden bir süre daha “en büyük asker bizim asker” diyecek ya da dinleyeceğiz. Sonra bitecek. Yeniden savaş şartları oluşsa bile, Game of Thrones dizisinde kulağıma çalınan bir cümlede olduğu gibi savaşı askerin değil altının kazandığı anlaşılacak. Yaklaşık bin yıllık bir gecikmeyle olacak ama olsun, zararın neresinden dönülse kârdır.


Bülent Şirin 'ın Yazısı.