Sivil toplum kuruluşları resmi kurumların dışında kalarak bağımsız hareket etme imtiyazına sahip sosyal ve bilimsel alanlarda faaliyet gösteren kamu kuruluşlarıdır. Tarih boyunca sivil toplum kuruluşlarının olumlu icraatları hem devletin hem halkın güç tazelemesine vesile olmuştur. Buradan sivil toplum hareketlerinin toplum şekillenmesinde önemli rolü olduğunu kavrayabiliriz.

Tarih boyunca Türk devlet ve toplum yapısında da bu tür teşkilâtların önemli görevleri tamamladığını görmekteyiz.

Meselâ: 13. y.y.’da Ahi Evran tarafından kurulan bir esnaf dayanışma teşkilâtı olan Ahilik aynı yüzyılın sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşuna ortam hazırlamış, Ahi şeyhi Şeyh Edebali’nin fikri yönlendirmesi etkili olmuştur. Edebali, bu kadim devletin kurucusu olan Osman Bey’i hem fikirleriyle beslemiş hem de maddi-manevi destekleriyle ikinci aktör rolünü eksiksiz oynamıştır. Burada devlet ile bir sivil toplum kuruluşunun ortaklığı sonucunda altı asırlık bir imparatorluk hayat bulmuştur. Devlet ile sivil toplum dayanışmasına çarpıcı örnklerden biri de budur.

Altı asırlık imparatorluk zamanında başka sivil toplum kuruluşları ile de karşılaşmamız mümkündür. Ahilik ve Lonca teşkilatı gibi kuruluşlar, esnaflar arasında örgütlenmeyi sağlarken tasavvufî gelenekten beslenen tarikatlar da toplumun manevî hayatını şekillendiriyordu. Bu tür sivil hareketler hem devletin bekâsını sağlıyor hem de toplumun birçok sorununa ışık tutuyordu. Devletin altı asır boyu ayakta kalmasında da bu hareketlerin rolü büyüktü.

Osmanlı’nın dağılışıyla birlikte demokratik düzene geçildi. Birçok partinin sahne aldığı demokrasi rejiminde halk kendi yöneticisini seçiyordu. Buna aracılık eden ise sandık idi. Dolayısıyla sandık demokrasinin olmazsa olmazı idi.

Son zamanlarda ise şu sözü çok duyar olduk: Demokrasi sandıktan ibaret değildir! Evet, demokrasinin tek temsil yeri sandık değildir. Ancak demokrasinin temsil yolu da sandıktan geçer. Sandık dışında medya ve sivil toplum kuruluşları bu çarkıfeleğin düzgün şekilde dönmesine yardımcı olmakla yükümlüdürler.

Peki, Cumhuriyet döneminde sivil toplum kuruluşları Osmanlı zamanındaki kuruluşların yerini doldurabildi mi? Asıl üzerinde durulması gereken konu budur.

Bugün de tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi kendini sivil olarak tanımlayan sivil toplum teşkilâtlatı var. Var ama ne kadar sivil? İş dünyasından, bilimsel sahadan, medya sektörüne kadar birçok sivil toplum kuruluşları var ülkemizde. Bu kuruluşların kendi çerçevesi içinde yaptığı çalışmaları göz önüne aldığımızda Osmanlı dönemindeki teşkilâtlar kadar parlak bir karneyi hak ettiğini söylemek zor.

Sivil toplum kuruluşları hem kendi faaliyetleri çerçevesinde parlak bir başarı elde edemediler hem de toplumsal hayatı yönlendirebilecek bir katkıda bulunamadılar. Bugün faaliyetlerini sürdüren kuruluşlar arasında ülke sınırlarını aşabilen kendini ülke dışında da kanıtlayabilmiş olan yok.

İşin diğer bir tarafı Cumhuriyet`in kurulması ile birlikte tekke ve zaviyeler kapatıldı. Dolayısıyla tarikatlara da yaşam hakkı verilmedi. Tarikatların yerini ise cemaatler aldı. Cumhuriyetin dayandığı baskıcı sistem ise cemaatlerin özgür şekilde çalışmasının önünde engeldi. 2002 yılında ise AKP’ nin iktidara gelmesi ile bu engellemeler yavaş yavaş ortadan kalktı. Hâlâ varlığını sürdürmekte olan cemaatler birbirinden farklı kamusal alanda faaliyetlerini devam ettiriyorlar.

Cemaatlerin en büyük yaptırım alanı ise şüphesiz insanlar. Dolayısıyla bir cemaat ne kadar çok insana ulaşabiliyorsa toplumsal alanda sesini duyurması da o kadar kolaylaşıyor. Tarikatların olmadığı günümüzde cemaatlerin insanların elinden tutarak onları toplum hayatına kazandırması ve yönlendirmesi elbette çok önemli.

Bu haliyle cemaatler sivil hareketlerin önemli bir parçasıydı. Özellikle Kemalist vesayetin hüküm sürdüğü yıllarda resmi ideoloji tarafından dışlanmaları onları bir bakıma güçlü kıldı. Başka alanlarda faaliyet gösteren diğer sivil toplum kuruluşlarından farklı olarak siyasetten uzak durdular. Diğer kuruluşlar siyaseten söz söyleme hakkını kendinde görürken cemaatler buna yanaşmadı. Bu açıdan devletçi zihniyetle bağı oldukça zayıf kaldı. Bu onlar için büyük bir artıydı.

Son 10 yıllık zaman diliminde ise kimi cemaatler iktidara olan yakınlığı sayesinde geniş imkânlara sahip oldular ve faaliyetlerini daha rahat bir şekilde icra etmeye başladılar. Bu durum cemaatler açısından olduğu kadar toplum açısından da bir avantajdı.

Bu imkanları iyi kullanmaları halinde hem ülke menfaatine katkıları olacak hem de sınır dışında kendilerini ifade etmelerini sağlayacak nüfus alanlarını genişleteceklerdi.

Ancak son gelişmeler bu durumdan kopuş olabileceğine dair kötü izlenimler verir oldu. En basit şekilde sosyolog-yazar Ali Bulaç’ın yaptığı tespit bunu özetliyordu: Bu dönemde cemaatlerin çoğu kendini devletleştirdi ve sivil devlet kuruluşu haline geldi.

Ali Bulaç’ın tespiti üstü kapalı bir şekilde itiraz-uyarıdır aynı zamanda. Bu itiraz-uyarıyı bütün cemaatlerin duyması gerekli. Özellikle son dönemde İslamî kesim içinde çatışma ve cemaatlerin durduğu yer bu uyarının kulaklarda çınlamasına sebep oluyor. Kemalist vesayetçe dışlanan cemaatler son yıllarda devlet imkânlarından yararlanmalarına binaen bir vesayet haline gelebilir. Bu onları kendi amaçlarından saptırarak daha önceki sivil toplum kuruluşları gibi siyasileştirebilir. Tehlike buradadır ve bu gerçekleşirse sivil özellik kaybedilir.

Bu tehlike son zamanlarda göz önünde. Zaman gazetesi yazarı Kerim Balcı bu durumu kendi camiasını göz önüne alarak yorumluyor: Hizmet’e yapılanlar, devletin cemaati olmaya direnebildiğinden yapılıyor. Aslında durum tam tersi sivillikten kopup siyasileştikçe devletleşme arzusu kendi kendine doğuyor. Kamusal alanda sivilleşme yaşanırken kendini sivil olarak tabir edilen kuruluşların siyasileşmeye başlamasını bünye kabullenemiyor. Sivil kuruluşlar devletle bütünleşmeye başlayınca kendi karakterlerini yitiriyorlar. Siyasallaşma sürdükçe nüfuz alanından kopuş buna binaen de tahrif kaçınılmaz oluyor.


M. Sait Aktaş'ın Yazısı.