Samimiyetime Dokunma!
Rivayet odur ki bir zaman rüzgâr, su, ateş ve ahlâk dost olmuşlar. Hem de ne güzel dostlar: hep beraber oluyor, hiç birbirlerinden ayrılmak istemiyorlarmış. Bir ara sohbetleri gelmiş şu soruya dayanmış: “Acaba bir gün gelir de birbirimizi kaybedersek nasıl buluruz?”
Rüzgâr demiş ki: “Yüksek tepelerden hiç eksik olmam ben. Beni kaybederseniz tepelere gidip arayın, mutlaka bulursunuz.”
Su demiş ki: “Ben akar, çukur yerlerde birikirim. Beni kaybederseniz oralarda arayın, mutlaka bulursunuz.
Ateş demiş ki: “Benim dumanım işaretimdir. Beni kaybederseniz dumanı izleyin, mutlaka bulursunuz.”
Ahlâk’a gelmiş sıra. Ahlâk boynunu bükmüş ve demiş ki: “Arkadaşlar, aman beni kaybetmeyin, çünkü beni kaybedenler bir daha asla bulamazlar.”
Bu ekibin beşinci arkadaşları Samimiyet olsaydı o da muhtemelen şöyle diyecekti:
“Arkadaşlar beni kaybederseniz, bundan sonra ne bulursanız bulun, o bulduğunuza itimat etmeyin, çünkü beni kaybeden aslında kendini, özünü kaybetmiştir.” Çocukları ve gençleri cazip kılan nedir biliyor musunuz? İçten davranırlar. Samimidirler. Büyükler gibi “durumuna” göre davranmayı beceremezler. Bahsettiğimiz doğruyu yanlışı bilip bilmemekten farklı bir şeydir. Doğru olanı yapmaktan yapmaya da fark vardır çünkü. Yanlış da öyle değil midir? Yanlışın samimiyetle örülü olanı bile farklıdır.
Çocuklar ve gençler ne yaparlarsa içlerinden geldiği gibi yaparlar. O yüzden herkes onlara sempati ile bakar. İçi dışı bir olmak herkesi cezbeder.
Büyüdükçe büyü bozulur
İçini dışını bir tutmayı her hal ve kârda başarabilenler samimiyeti hayat tarzı haline getirirler. Bunu yapabilmek büyük hüner ister. Çünkü samimiyetin düşmanı çoktur. İçi-dışı bir yaşayanları herkes sever ama bir taraftan ona şu mesajı vermekten de geri durmaz: “Sen buraların adamı değilsin.” Evet, bu doğrudur, çünkü samimiyet buraların duygusu değildir. İçi dışı bir olmak, alıp insanı sonsuzluğa iliştirecek derecede enerjisi yüksek bir duygudur. O duygu ile hareket edenler, bu dünyanın herkesi kayıt altına alan sınırları ile mukayyet değillerdir. O yüzden çocuklar ve gençler, dünyayı alıp ellerinde topaç gibi çevirebileceklerini zannederler, çünkü bakışlarına, konuşmalarına, gelişlerine gidişlerine, kısacası hayatlarına hâkim olan duygu samimiyettir. Onların samimiyet pencerelerini sıradanlığın ve olağanın donukluğu kaplamamıştır. Onlar neye bakıyorlarsa kalplerinin gösterdiği yerden bakarlar. O yüzden hep sempatiktirler, o yüzden herkes onların haline gıpta ile bakar.
Samimiyet buralara ait bir duygu değildir; samimiyet, çıkıp geldiğimiz esas vatanımıza ait bir duygudur. Onu sözüne ve özüne nakşedeni elimizde olmadan sevmemiz tam da böyle olduğu içindir. Samimi insan bize nereden geldiğimizi hatırlatır.
Büyümek, samimiyet halinin alıp götüren coşkunluğuna ket vurmak demektir. Samimiyet tamamen gitmez şüphesiz, ama daha iradi bir süreç samimiyetin o cana can veren sıcaklığını götürür, yerine ihtiyatlı bir soğukluk gelir. Bu soğukluk, hayatın kıpırtısı ve cıvıltısı ile alakasız bir soğukluktur. Bu soğukluk aslında insanı alıp buralara bağlayan bir soğukluktur. Hâlbuki insan öteler için, sonsuz bir hayat için yaratılmıştır. Bize düşen burada mülteci gibi yaşamaktır. Esas yurdumuza varmak için gereken enerjiyi buraların soğukluğunda elde edemeyiz. Bize lazım olan samimiyetin sıcaklığıdır. O yüzden işte, samimiyet buralara ait bir duygu değildir; samimiyet, çıkıp geldiğimiz esas vatanımıza ait bir duygudur. Onu sözüne ve özüne nakşedeni elimizde olmadan sevmemiz tam da böyle olduğu içindir. Samimi insan bize nereden geldiğimizi hatırlatır. Çünkü ondaki o sıcaklık, ondaki o enerji, ötelerdeki hayatın tadı, nefesi ve alımıdır. Bize buralardan oralara nasıl gideceğimizi öğreten dinin, o dini tebliğ eden En Güzel İnsan tarafından samimiyet olarak nitelendirilmesi bu açıdan ne kadar anlamlıdır!
Din Samimiyettir
Dinin temeli sayılan dört hadisten birisi şudur: “Sahabeden Temim ed-Dari anlatıyor: Bir gün Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem ashabına hitap ederken, üç kez tekrar ederek şöyle seslendi: ‘Din samimi olmaktır. Din samimi olmaktır. Din samimi olmaktır.’ Sahabeden bazıları: ‘Din kime karşı samimi olmaktır ya Rasulallah?’ diye sordular. Sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Allah’a karşı, Kitabına karşı, Peygamberine karşı, Müslümanların meşru idarecilerine karşı ve bütün Müslümanlara karşı samimi olmaktır’ diye cevap verdi.
Samimi olmak, varlıklar hiyerarşisindeki her bir seviye ile ayrı ve kaliteli bir ilişki kurmak demektir. Allah’a karşı samimiyetin adı ihlâstır; yani ne yapıyorsak Allah için yapmaktır. Kitaba karşı samimiyet; okumak, anlamak ve yaşamak şeklinde birbirini takip eden üç boyutta onunla ülfet demektir. Peygamberine karşı samimiyet “O ne diyorsa doğrudur” şeklinde bir tasdik ve inanç burcunda yaşamak demektir. Müslümanların meşru idarecilerine karşı samimiyet, hak ve hakikat ekseninde itaatte kusur etmemek demektir. Bütün Müslümanlara karşı samimiyet ise kendi için istediğini bütün Müslüman kardeşlerine karşı isteyebilmek demektir.
Samimiyet insanı insana bağlayan ilmek, insandan insana uzanan görünmez yoldur. Samimiyetin olduğu yerde ben değil biz vardır. “Biz” denilen yerde, “ben”ler birbirleri ile açık, teklifsiz ve mihnetsiz buluşurlar. Samimiyet onları kaynaştırır, “ben”in karanlık menfezinden ben ötesinin aydınlık evrenine taşır. Oraya taşınan ruhlar sanki göklerde seyahat ediyor gibi kendilerini aşan işlere imza atarlar. Samimiyet bu anlamda her hayırlı işin, bencilliğin sınırları ötesindeki her aşkın faaliyetin anahtarıdır. Nerede idraklerin almadığı bir iş varsa bilin ki oraya samimiyetin lahuti şehbali temas etmiştir. Nerede ötelere ağmış bir faaliyet varsa bilin ki oraya samimiyet soluğu üflenmiştir. Samimiyetin ana çizgi olduğu her akış, sınırlı dünyadan sınırsıza yönelmiş demektir. Zaten bu sınırları belli dünyada sınırsıza yol bulmanın tek çaresi samimiyetle ışımış gönüllerdedir.
Samimiyet, kalbi elinde yaşamak demektir. Hani öyle dememiş miydi bir Hak dostu: “Dost odur ki alsın kalbini eline ve çıksın insanların önüne. Gelin insanlar bakın, burada size ait hiç kötü bir şey yok.” Kalbi elinde yaşayanlar aslında dünyanın en zor işini yapanlardır
Kalbi Elinde Yaşamak
Samimiyet bizi alıp ötelerin havasına sokan, burada oradaymış gibi yaşatan yegâne duygudur. Bu duyguyu burada hayatının merkez duygusu haline getirenler bu dünyalarını mamur ettikleri gibi öte dünyalarını da mamur ederler. Samimiyet öyle bir iksirdir ki esintisiyle tefekküre şöyle bir dokunup geçmesi yeter; alır onu bir anda ufuklara eriştirebilir, hiç işlemediği amellerin ecri ile yüz yüze getirebilir. İşte bir Horasan sultanının hikâyesi bunun en güzel misalidir. O sultan öldükten sonra rüyada görüldü. Affedilmiş, üstün derecelere nail olmuştu. Ne işleyip de bu mazhariyete eriştiği sorulunca şu cevabı verdi:
- Yüksek bir tepeden ordumu seyrediyordum. Çoktular. Silahlıydılar. Gözlerinde kıvılcımlar yanıyordu. Bir emrimle dünyayı ayaklarıma getirebilecek kararlılıktaydılar. Onlara baktım ve şunu düşündüm: “Keşke Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellem zamanında yaşasaydım da şu ordumla O’nun savaşlarına katılıp uğrunda canını feda eyleyen bahtiyarlardan olsaydım...” Bu düşünce ile o an hislendim ya işte bu niyet ve isteğimdeki samimiyet sebebiyle Cenabı Hak bana rahmetiyle muamele etti, günahlarımı bağışladı ve beni sonsuz nimetleriyle mükâfatlandırdı.
Samimiyet, kalbi elinde yaşamak demektir. Hani öyle dememiş miydi bir Hak dostu: “Dost odur ki alsın kalbini eline ve çıksın insanların önüne. Gelin insanlar bakın, burada size ait hiç kötü bir şey yok.” Kalbi elinde yaşayanlar aslında dünyanın en zor işini yapanlardır. Çünkü kalbi eline almak demek, onu açığa çıkarmak, dolayısıyla her türlü kötü nazarın, müdahalenin ve sözün muhatabı kılmak demektir. Samimi insanlar, herkesin birbirine yan baktığı şu dünyada herkese kalpleri ile dönmenin, yani yan bakmamanın bedelini ödemek zorunda kalırlar. Ama bu bedeli onlar zaten ödemeye hazırdırlar, çünkü samimiyet dışında bir hal ve tavırdan haberleri yoktur. Onların hattı zatında samimi olmaktan başka çareleri yoktur.
Samimiler Gariplerdir
Samimiyetten başka çaresi olmayanlar, etrafları bir tür hâle ile örülmüşlerdir ki sanki karanlığın içinde kayan bir yıldız gibidirler; herkes tarafından fark edilirler. Karanlıklar içerisinde bunalmışlar o nurdan izin peşine takılmadan edemezler. Kendi kısır bakışlarının ve sığ idraklerinin bunaltısı ile göğüsleri daralanlar samimiyetin temiz havası ile ferahladıklarını hissederler. O soluğun girdiği sadır sanki ana yurduna kavuşmuş bir mültecinin sevinci gibi çocuklaşır, şen şakrak kıpırdamaya başlar. Kendisini dünyanın bayağı bağlarından kurtarır. Bir tür istiğrak hali alır, samimiyet nefesinin dirilttiği gönlü şatır bir hale sokar. Öyle ki dünyanın bağlarından o havayı teneffüs etmeye fırsat bulamayanlar bu hale hayret eder, hatta içlerinden geçen acıma duygularının yüzlerine aksetmesine mani olamazlar. Samimiyetini açıkça gördükleri kişi onların nazarında bir tür acınacak zavallı hükmündedir; ona garip birisi gibi bakarlar. Öyledir de; samimi gariptir ama hangi gariplerden? Samimi, bu dünyada kendisine müjdeler verilmiş Peygamber tasdikli gariplerdendir, çünkü bu dünyaya sığmayacak, onu sürüden ayıracak o mübarek hal ile yani samimiyet ile farklılaşmış, kendisi hakkındaki muradı bulup, çeperlerine doğru bir yolculuğa baş koymuş, böylece de orijinal birisi olmuştur.
Evet, samimiyet, samimiyet, samimiyet… O çivisi çıkmış dünyadaki tek dayanağımızdır. Bizi düşmanlarımıza karşı ayakta tutacak tek kuvvetimiz samimiyettir. Topyekûn yok oluşa doğru adım adım giden şu âlemde adım adım kurtuluşa gitmenin çaresi samimiyettedir. Samimiyet, temadiyet sırrının şifresidir. Kazanan onunla kazanır, var olan onunla var olur, devam edip giden, onunla devam edip gider. İstikrar ve istimrarın kaynağıdır. Onu ne kadar konuşsak azdır, onunla ne kadar hemhal olsak kifayet etmez, çünkü bu dünyada onu ölçebilecek ne bir kantar, ne bir terazi ne de mihenk vardır. Onun buralardan olmadığının, ötelerden kopup geldiğinin en açık delillerinden birisi de işte budur; onu hiçbir fani ölçmeye güç yetiremez. O ancak hissedilir, tadılır ve tecrübe edilir. Söze, gösterişe ve pazarlamaya geldi mi ortalıktan kaybolur.
Bizim samimiyetimizden başka neyimiz var? Sahip olduğumuz, sizin kaybettiğinize ağladığınız şeydir. Bizi niye bu kadar çekiştirdiğinizin sebebi işte bu... Dünyanın adına adınızı yazdırmışsınız, bizi de yanınıza almak istiyorsunuz. Anlıyoruz ki yanınızda görünmemiz sizi daha az suçlu kılacak.
Tek Sermayemiz Samimiyetimiz
İmdi, geldik bu satırların samimiyetine. Niye bu kadar samimiyet lafı, biliyor musunuz? Şunun için: Samimiyetimize dokunmayın! Genciz, tek sermayemiz samimiyetimizdir, onu istismar etmeyin. O bize Hak vergisidir. Evet, niye elimizde olduğunu bilemedik ama bizim de yukarıda bahsettiğimiz Hak dostu gibi kalbimiz elimizdedir, çünkü bu yaşlar hep böyledir. Saflık hâlâ nasiyemizin en belirgin rengidir. Kirli dünyanın kiri oramıza buramıza bulaşmaya başlamış olabilir, ne ki henüz duruluğumuz öndedir. Yüzümüzün pırıltısı ile kalbimizin ışıltısı arasında hâlâ doğru bir orantı vardır. Bizi en değerli varlığımızla alıp yanınıza çekmek niye sizi bu kadar heyecanlandırıyor, seziyoruz ama lütfen samimiyetimizle oynamayın. Bizi alıp ötelere götürecek yegâne kıymetimizi kendi buralı amaçlarınız için çarçur etmeyin. Hevesimiz, heyecanımız, aşkımız, doludizgin koşturmalarımız hepsi samimiyetimizden, lütfen onları gelgeç heveslerinize meze yapmayın.
Bizim samimiyetimizden başka neyimiz var? Sahip olduğumuz, sizin kaybettiğinize ağladığınız şeydir. Bizi niye bu kadar çekiştirdiğinizin sebebi işte bu... Dünyanın adına adınızı yazdırmışsınız, bizi de yanınıza almak istiyorsunuz. Anlıyoruz ki yanınızda görünmemiz sizi daha az suçlu kılacak. Kendi öz ellerinizle katlettiğiniz o masum duygu artık düşmanınız olmuş. Nerede samimiyetten bir neşve var, orayı kendi kirli emellerinizle boğmaya çalışmanız da bu yüzden. Siz aslında hayat veren her şeye düşman olduğunuz gibi bizim samimiyetimize de düşmansınız. Onu alıp kullanmak, sonra da bir çöp gibi atmak için fırsat kolluyorsunuz. Sahte gülüşleriniz, “heyte lek” fısıltılı bakışlarınız hep bunun için. Biz bu tuzağa düşmek istemiyoruz. Siz samimiyetten beslenenlere kendi sermayemizi harcatmayacağız. Samimiyetimize dokundurtmayacağız. Onu, sizin mülevves hedeflerinize malzeme yaptırtmayacağız. Biz, bizi alıp ötelere taşıyacak yegâne kıymetimizi, sizin dünya kadar bayağı, dünya kadar alçak hedefleriniz için değil; aşkınlığın, fedakârlığın ve yine kendi cinsinden samimiyetin yanına koymak için gayret edeceğiz. Çünkü onu kaybedersek kendimizi kaybedeceğimizi biliyoruz. Onu kaybedersek niye burada olduğumuzu, nereden gelip nereye gittiğimizi de bilmez hale geleceğiz.
Evet, bizim samimiyetimizden başka neyimiz var? Ve siz… Samimiyetten başka hangi gıdanız var? Samimiyetimize dokunmayın. Onun harcı, sizin dalıp gittiğiniz bu çeldirici dünya değildir; o buraya fazla geliyor. Onun harcı ancak kopup geldiği yer olabilir. Tıpkı ruhumuz gibi… Biz samimiyetimizi bir filiz gibi büyüyüp inkişaf edeceği ortamlarla buluşturmak istiyoruz. Biz onu kopup geldiği yerin özlemi ile yanıp tutuşanların yanında muhafaza etmek istiyoruz. Biliyoruz ki nefesi ebediyet kokanların dışında samimiyetimizin yaşama şansı yoktur. Biz onları arayıp bulacak, sizin kesik nefeslerinizle daralan bir iklime mahkûm olmayacağız.
Samimiyetimize dokunmayın, biz onu ebedi mutluluğumuza vize yapmak istiyoruz. Onu geçici dünyanın ikamet belgesi yapan sizin gibilerle işimiz olmaz.
Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.