Samimiyet İçin Samimilerle Birlikte Ol!
Bilgehan Eren
Kahraman, birbiri üstünde yedi kubbe hâlinde, şu vasıfların sahibi olan insandır: (...) Evvelâ samimiyet, sonra iman, sonra vecd ve aşk, fikir, ahlâk, cehd ve şecaat... Bu vasıfların hepsi birden toplandığı ve iman da hakikatına istinat ettiği yerde, kahraman tamamdır ve kâmildir.
Girizgâh: Talim ve Terbiye Üzerine
Garplı bir yazar, “Eğitim belleği doldurmak değil, kafayı geliştirmektir” der. Bu hükme katılmakla birlikte, eksik olduğunu da söylememiz gerekir. Evet, eğitim, kuru kuruya bir ezber değil, insana belli duygu ve düşünce alışkanlıkları kazandırma işidir. Bir bakıma kafa işi olduğu kadar, ruh işidir, ruhun gelişimidir. Bilginin teminini sağlayan öğretim faaliyetleriyse, bilgiyi nasıl işleyeceğini ve nerede-nasıl-niçin-kimin hayrına kullanacağının haritasını insanoğlunun ruhuna nakşeden de eğitim faaliyetleridir. Eğitim, bir çeşit “terbiye”dir. Zaten “terbiye”nin lügatteki ilk karşılığı da “eğitim”dir. Bundan dolayıdır ki “terbiyesiz” diye sıfatlandırdığımız adamların birçoğu, aslına bakılırsa, diplomalı yahut diplomasız tonlarca bilgi sahibidir. Zaten çağımızın görünürdeki en büyük nimetlerinden biri de bu değil midir?.. Bol miktarda bilgi artık her yerde; -sadece okulda değil- evde, sokakta, özellikle de internette... Peki ya o “bilgi”nin temelleneceği, yeşereceği zemin, yani iyi-güzel-doğru yolunda “anlayış-feraset” sahibi olmasını sağlayacak eğitim?.. İşte o, öyle kolay bir husus değildir. Sokaktan veya internetten bilgi edinilebilir ama sokaktan-internetten alınacak eğitimden, ne derviş çıkar, ne de öğrendiği onca bilgiye rağmen büyük bir ilim adamı. ‹‹İlim cehli izale eder, ahmaklığı değil...›› [1] buyuran Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, meselenin şahdamarını işaretlemiştir.
Toparlayacak olursak, eğitimin gayesi, kendi dünya görüşüne nisbetle, ferd ve toplumu “anlayış” sahibi kılmaktır. Anlayış sahibi olma meselesi ise medrese ve dergâhlardan tutalım da; okul, dershane, vakıf, dernek gibi eğitim kurumları aracılığıyla aşikâr olarak gerçekleştirilebileceği gibi; gazete, televizyon gibi farklı kitle iletişim araçlarıyla; moda, sinema gibi farklı kültür uzantılarıyla daha örtülü bir şekilde de yapılabilir. Her akşam evinde günümüzün “muhteşem” (!) dizilerini, magazin programlarını izleyenlerin farkında olarak yahut olmayarak edindikleri “anlayış”ın tesirini cemiyetimizdeki tüm sosyal sahalarda müşahede edebiliriz. Keza uluslararası kültürün kaynaklarından-okullarından, korunmasız bir şekilde beslenenlerin hâli de ortadadır. Bundan dolayı, ne diyordu Malcolm X, “Ancak bir ahmak çocuklarını düşmanlarının-yabancıların eğitmesine müsaade eder.”
Yeri gelmişken altını çizmek de fayda gördüğümüz bir mesele de şudur: Günümüzdeki “okul” kavramı, İngiltere’de ortaya çıkmış, Sanayi devrimine uygun işgücü sağlamak maksadıyla geliştirilmiş bir kurumdur ve kelimenin kökü de Fransızca “ekol”den gelmektedir. (İngilizce “school” (sukul) ses benzerliğine de dikkat lütfen.) Tıpkı apartmanların ortaya çıkışı gibi. Köyden kente göçenlerin sayısı hızla artarken, dev fabrikalarda işçilerin çalışması için yatay yerleşimden, barınma ihtiyacını karşılamak adına dikey yerleşime -apartmanlara- geçilmiştir.
O hâlde “bizim” diyebileceğimiz eğitim faaliyetlerinin, kurumsal şekli, yahut “tabletle mi eğitim olmalı, yoksa tahta ile mi” gibi araçlar bir tarafa, o şekle vücud vermesi gereken iç dinamikler, kodlar nedir diye düşündüğümüzde, karşımıza çıkacak “anlayış”ın temel zeminini süsleyen onlarcası arasından; ihlâs, samimiyet, vefa gibi birkaçını hemen ön safta görürüz.
Mecnun Öldü, Âşık-ı Sadık kim?
“Samimiyet ve ihlâs” bahsinde, Osman Nûri Hocaefendi, Hazret-i Mevlâna’dan harikulade bir tablo aktarır:
‹‹Bir genç, pâdişâhın kızının kapısına gelmiş ve ona âşık olduğunu söylemişti. Haber kendisine iletilince pâdişahın kızı kapıya geldi ve gence:
“-Al şu bin dirhemi de, bir daha bana da sana da zarar verecek böyle bir şey söyleme!” dedi. Genç vazgeçmeyince:
“-Öyleyse iki bin dirhem al!” teklifinde bulundu.
Nihâyet pazarlık on bin dirheme varınca, genç, kabul etti. Bu durumu gören pâdişah kızı:
“-Bu nasıl bir sevgidir ki, gözün para-pul ile kamaşıp beni görmez oldu. Beni başkasına tercih edenlerin cezası nedir biliyor musun?” dedi ve sevgisinde samimî olmayan gencin boynunu vurdurdu.
Bu hâli duyan bir Hak dostu, düşüp bayıldı. Kendine geldiğinde şöyle dedi.
“-Ey insanlar! Bakın dünyada sahte sevgilerin başına neler geliyor! Ya Hakk’ı sevdiğini iddiâ edip de O’ndan başkasına yönelenlerin başına âhirette neler gelmez ki!..”
Hazret-i Mevlânâ, bu kıssadaki hisseyi ne güzel hulâsa eder:
“İnsana, aradığı şeye bakarak değer verilir.”›› [2]
Evet, neticede, ‹‹Âşıklık davasında bulunmak kolaydır, fakat ona delil ve bürhan lâzımdır!›› [3]
Âşıklık davası da tıpkı “ahlâk” gibi nasıl ki ölçüye tartıya gelmez, insanın tüm yapıp etmelerinde, iş ve eserinde görünürse, “samimiyet” de aynen böyledir. Kamusta, “içtenlik” olarak geçer. Lâkin günümüzde çoğu zaman samimi olma, “laubali olma” gibi algılanır. Oysa, inat başka sebat başka, gurur başka vakar başka, intikam başka hak aramak başka, taklit başka tedkik başka, haset başka gıpta başka, laubali olmak başka samimi olmak başkadır.
Samimiyet mevzuunda Üstad Necib Fazıl şöyle der: ‹‹İhlâs, samimiyet, gayrı kabil-i taklittir. Bir hâli vardır ki adamın, bellidir. Taklidi kabil olmayan bir yere gelir iş...›› [4]
Eskinin dava-ideal-mücadele-hizmet adamlarının yerini, “ayçiçeği keyfiyetiyle” parsa nereye dönerse o yana dönen, salt mânâda “business” adamlarının aldığı bir konjonktürde; hasbî, halis, samimi adamları araki bulasın!.. Bu noktada altını çizmek isteriz ki, sanılanın aksine, -sekülerleşmenin remzi olarak ele alınan- mücahidlerin müteahhit olmasında bizce bir sıkıntı yoktur. Sıkıntı, müteahhitlik yaparken, mücahidliği unutmuş olmalarıdır. Yoksa elbet birilerinin konut ihtiyacını karşılaması gerekir. Ama vurgunculuk, ihale takipçiliği yaparak değil. Davanın estetik planından nasipsiz, betonları üst üste yığıp, “gök-delenler” yapmak hiç değil!.. Rahmetli Cevad Ülger, Mimar Sinan’ın ‹‹şair, musikişinas, ressam, heykeltraş, dekoratör, hattat, mühendis, şehirci ve mimar›› [5] olduğunu söyler. Yani taşları yığan adam değil, onlara bir dünya görüşü veren, ruh üfleyen adam!
Davada Samimiyet Olmadan, Dava Adamlığı Olmaz
Anadolu toprağından fışkıran en büyük dava adamlarından biri olan Büyük Doğu Mimarı, Sahte Kahramanlar isimli eserinde bir kahramandaki (bunu dava adamı şeklinde okumamızda da bir beis yoktur) ana cevherin ve baş sermayenin “samimiyet” olduğunun önemini vurgular. Ve kahramana âit şöyle bir hüküm koyar:
‹‹Kahraman, birbiri üstünde yedi kubbe hâlinde, şu vasıfların sahibi olan insandır: (...) Evvelâ samimiyet, sonra iman, sonra vecd ve aşk, fikir, ahlâk, cehd ve şecaat... Bu vasıfların hepsi birden toplandığı ve iman da hakikatına istinat ettiği yerde, kahraman tamamdır ve kâmildir.›› [6]
Bugün her şeyin misliyle olduğu çevremizde, (ki bunun için tüketim tapınağı-AVM’lere kısaca göz atmak kâfidir) bu maddî köpürüş çağında, sanırız en fazla iştiyak duyduğumuz şeylerin başında işte bu “samimiyet” geliyor. Sahici samimiyet!.. Zaten o olsa, birçok şey olacak, ama o olmayınca, hiçbir şey de olmuyor, olamıyor.
Tüm bu -sözde- bolluk içindeki yokluğumuzdur “samimiyet”! Adamlığın bir barometresi olsa, herhalde ölçü birimi “samimiyet” olurdu. Samimiyet meselesine, mütefekkir Mirzabeyoğlu da -birçok eserinde- dikkat çeker: ‹‹Ahlâk, fedakârlık ve samimiyet… En hassas teleskopların bile gösteremediği yıldızlardan daha da uzak düştüğümüz mefhumlar. Bir günlük beylik beyliktir dünyasında ahlâk, fedakârlık ve samimiyet de o kadar…›› [7]
Evet, mütefekkirin izahının çerçevesinde, -bir başka açıdan- şunu da söyleyebiliriz: Bir günün beyliği beyliktir dünyasında, samimiyet de, beyliğe göre bina edilir. Daha doğrusu bina edilmeye çalışılan şeye samimiyet denir. Eğer kapı komşusu, örneğin ‘kariyer’ sahibi biriyse, kendisine, kariyerine göre, bir samimiyet geliştirilir; hani olur da bir gün lâzım olur düşüncesiyle… Neticede, “beylik”ler yıkıldığı anda da, samimiyetler de yıkılır. Binaenaleyh, çağımızda samimiyet; kariyere, mala, mülke, kişisel çıkara endekslidir. Yalakalığın geçer akçe olduğu sahnede, başrolü elbet dalkavuk olana oynatırlar.
Şimdi, bu kabak keyfiyetli ilişkilerin yoğunca yaşandığı bir zaman diliminden, biraz geriye doğru gidelim. 90’lı yılların ortalarına... Mekân Çemberlitaş’taki İlesam lokali...
Samimiyet Âbidesi Bir Adam
Yetmişli yaşlarda, üstü başı eski ama elbiseleri temiz, yüzü kırış kırış, zayıf, kuru bir amca… Deli midir, veli midir karar vermek zor. İdeolocya Örgüsü’ndeki “divane” bahsini henüz okumadığımızdan, “divane” kavramı o yıllarda bizim lügatimizde hakkıyla yer bulamıyor. Lâkin yine de sezer gibi oluyoruz, her hâliyle farklı biri bu adam. Elinde her zaman birkaç tane poşetle gelerek içlerinden çıkardığı salatalığı, domatesi soymaya başlar, sonrasında da beraberinde getirdiği ekmek ve peynire, çay eşliğinde onları katık eder. Ve tüm bunları yaparken de yanındakilere ikram etmeyi de unutmaz. Yanındakiler mi? Kendisiyle beraber gelenler değil, o ân orada bulunanlar. Mesela ben!.. Ne ben amcayı tanırım, ne de amca beni tanır. Fakat iki yahut da üç defa masasına oturup, ekmeğini yedim bu amcanın. Hani şimdi bazı vakıf ve kurumlar, hatta devletler de, üç kuruşluk bir hayır yapıp, on kuruşluk reklam yapıyorlar ya, bu amca öyle değil işte. Tanıdığına, tanımadığına ‘ikram’ ediyor. Reklam için, PR için değil; Allah rızası için!
Kim mi bu adam?... Mehmed Niyazi Bey’in “Dâhiler ve Deliler” adlı kitabını, “dostluk ve vefa âbidesi” diyerek “aziz hatırasına” ithaf ettiği: Hilmi Oflaz! Onun hayattayken kurduğu son ikram sofralarına oturan bizler için ise Hilmi Baba! “Adam tanımanın surat tanımak olduğunu sanan” bizler, esas onun kim olduğunu, o öldükten maalesef yıllar sonra anlayacaktık. Madem mevzuumuz “vefa” ve “samimiyet” işte baştan aşağı buram buram “sahici samimiyet” kokan, Büyük Doğu’nun has evladı, Üstad’ın “mânevî oğlum” dediği İşportacı Hilmi Baba:
Hilmi Oflaz, Mahmutpaşa’da işportacılık yapan, kazandığı bütün parayı kitaba ve hayır işlerine harcayan nevi şahsına münhasır biridir. Oturduğu gecekondu tıka basa kitabla doludur. Bugün “okumuş çocuk” sayılanların bile evinde 100 kitap bulunmazken, Hilmi Oflaz’ın 30 bin adet kitabı olduğu söylenir. Bunların başında da Üstadı Necib Fazıl’ın kitabları ve Büyük Doğu dergileri gelmektedir. Büyük Doğu’nun yaşaması için en büyük gayretleri göstermiş, bunun için bazen akla hayale gelmedik yöntemlere başvurmuştur. Mehmed Niyazi Bey’in satırlarından takip edelim:
‹‹Karşısındaki duvarda Necip Fazıl’ın çıkardığı Büyük Doğu dergisinden birkaçı asılıydı. Bir ara Hilmi Oflaz sandalyesine çıktı, yumruk yaptığı ellerini sallayıp bağırırken boğaz damarları şişiyordu.
-”Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak. / Haykırsam kollarımı makas gibi açarak” diyen şair, mütefekkir, Üstad Necib Fazıl’ın buyruğuna uyarak ben de haykırıyorum. Sadece giyim kuşamınızı düşünmeyin; biraz da kafanızı düşünün. O dolarsa, hayatınız daha anlamlı hale gelir. Şu dergilerden bir tane alın; siz okumazsanız, çoluk çocuğunuz okur! Hanımlar, beyler!..
Ağır başlı, seviyeli bir fikir ve sanat dergisinden bu çevrede alış veriş yapanların bir şey anlamaları mümkün değildi; ama Hilmi Oflaz her gün birkaç kere sandalyesine çıkar; büyük şairin aynı mısraını okur ve nutka başlardı. Ucuz atlet, gömlek peşinde oldukları için kimse dergilere dönüp bakmazdı. Büyük Doğu’nun yeni sayısı çıkınca Hilmi Oflaz satılmışlar gibi parasını öder, eldekileri dağıtır, yenilerini sergilerdi. Kanaatince ülkenin kurtulması Necib Fazıl’ın kitablarının ve dergisinin okunmasına bağlıydı. Bıkmadan usanmadan yazmasında da Necib Fazıl’ın şevki çok önemliydi. Bunun için Hilmi Oflaz her tanıdığını Büyük Doğu’ya abone yapmak isterdi. Kendisi, hanımı, kundaktaki dahil bütün çocukları abone olduğu gibi, tavuklarına ve horozlarına ad takmış onları da abone etmişti.›› [8]
Hilmi Baba’ya göre, en büyük şair, en büyük mütefekkir, en büyük tiyatro yazarı, en büyük hikâyeci, en büyük romancı, en büyük aksiyon adamı, sadece ve sadece Necib Fazıl’dır. Bu samimiyetle bir ömür boyu Üstad’ın peşini hiç bırakmamıştır.
Üstad Necib Fazıl bir makalesinden dolayı bir buçuk yıl hapse mahkûm edilince, “Üstad’ın çocukları küçük, isteklerini yerine getiremezler. İş başa düştü” diyerek, Mahmutpaşa’daki işporta tezgâhını satar ve Üstadına yakın olmak için Toptaşı Cezaevi’nin kapısının önünde ufak bir tezgâh açar. Üstad Necip Fazıl’ın bir ihtiyacı olursa, “Ben buradayım!” diyerek karşılamak için bir buçuk yıl cezaevinin önünde zarf, kâğıt, kibrit gibi şeyler satmakla meşgul olur. Üstad’ın ilaçlarının teminine özen gösterir, çamaşırlarını teslim alıp, evinde götürüp yıkar.
“Burda bütün gün dikildiğine göre, görüşme saatlerinin dışında Necib Fazıl üstadımızı görebiliyor musun bari?” diye kendisine sorulunca, şu cevabı verir: “Bazen demir parmaklıkların ardından, bulutların arasından geçen güneş gibi görünüyor.”
Bu cevab üzerine yanına gelenlerden biri kızar ve (Mehmed Niyazi Bey’in cümleleriyle) şöyle der:
‹‹“Niçin bu kadar büyütüyorsun? Ne yapmış? Bir milleti mi diriltmiş?”
Hilmi Oflaz, ona doğru hamle yapacakmış gibi bir tavır takındı.
-”Daha ne yapacak! Hayatını verdi. Ölümsüz eserlerle milletin kültürüne canlılık kattı, ceset haline getirilen millet, ruhuna kavuştu, kendini buldu. Bundan sonra artık korku yok. (...) Çünkü kendini bulan millet ayağa kalkacak; bütün mazlum milletlere eskisi gibi kol kanat gererken insanlık onu selâmlayacak...›› [9]
“Aziz Dostum İşportacı Hilmi”
Büyük Doğu Mimarı’nın da Hilmi Oflaz’a düşkünlüğü çok fazladır. Park Oteli’nin lobisinde gazeteciler, aydınlar, siyasîler akşamları toplanıp sohbet etmektedirler. Bir gün Üstad ile Hilmi Baba’nın arasında şöyle bir tablo yaşanır:
‹‹- Gel Hilmi, seninle Park Oteli’nde çay içelim.
- Emredersiniz üstadım, fakat ben yanınıza yakışır mıyım?
- Ne demek Hilmi! Müslümanın ayağının tozu bin zâlim kraldan daha üstündür. Senin gibi sâdık, ganî gönüllü, fedakâr, bu dünyada kaç kişi var? İnançsız insan kazurat fabrikasından başka bir şey değildir. Mutfak, tuvalet ve yatak odası üçgeninde yaşayanlardan neremiz aşağı? Senin gölgen onların bin tanesinden daha canlıdır.
Otuzdan fazla kitabı bulunan, sanattan anlayan herkesin şiir ve tiyatro eserlerine saygı duyduğu, yerli ve yabancı ansiklopedilere girmiş, hakkında tezler yapılmış, sık sık basın ve yayın organlarında röportajları yayınlanan Necib Fazıl her zamankine benzer şekilde şık giyinmişti. Kırlaşıp gümüş rengini alan saçları düzgün taranmış, boynunda fular olan Necib Fazıl’ın elbisesi, az önce terzinin elinden çıkmışçasına ütülüydü. Sokaklar çamur olmasına rağmen ayakkabıları tertemizdi. Hilmi Oflaz’ın kıyafeti Necib Fazıl’ınki ile tamamen zıttı. Âdi kumaştan, dizleri çıkmış pantolonu, yağmurun üzerinden geçtiği ceketi kırış kırıştı; ayakkabıları çamurlu ve yamalıydı. Dış görünüş olarak birbirleriyle hiç uyum sağlamayan bu iki insanın ruh dünyaları birdi, ikisi de aynı yüce ideale baş koymuştu. (...)
Lobiye girdiklerinde, sağ taraftaki masalardan birinde oturan değişik partilere mensub milletvekilleri ayağa kalktılar, sıcak, saygılı bir davranışla Necib Fazıl’ı masalarına davet ettiler. Necib Fazıl da nezakette onlardan aşağı kalmadı.
Hilmi Oflaz sessizce onu takib etti. Adını söylemeyince Necib Fazıl onu takdim etmenin lüzumunu duydu. Sağ eli de Hilmi Oflaz’ın omuzundaydı.
-”Fare tıkırtısından ürkecek kadar hassas; kralları önünde eğecek kadar gözü kara, irade sahibi; aslanların önüne çırılçıplak atlayacak kadar cesur aziz dostum işportacı Hilmi.”›› [10]
Günün Hakkını Vermek: Kıymeti Vakti Zamanında Bilmek
Evet, Çemberlitaş’taki o lokalde oturup kendisiyle peynir ekmek yediğimiz o adam, işte bu ADAMDI. Büyük Doğu Mimarı’ndan bu derece takdir alan acep kaç kişi olmuştur. Ama nereden bilecektik ki?!.. Ve bu hayıflanmanın bugün eğer bir değeri varsa, yani sahiciyse, samimiyse, tek tesellisi ruhumuzda şu olur: BUGÜNKÜLERİN KIYMETİNİ BİL!..
Mehmed Niyazi Bey, Hilmi Oflaz hakkında şöyle der: “Baştan aşağı samimi bir insandı. Gerçektende aziz bir dost idi. Sevdiğini tam severdi. İkiyüzlülük, hulûs çekmek, çalım nedir bilmezdi. Dostlarından esirgeyeceği hiçbir şey yoktu. Kırk yıl yanında bulundum, “Allah” diyen bir kulun aleyhinde konuştuğunu duymadım. Paralı, parasız zamanı olmuştur; ne varlığın gururunu yaşadı, ne de yokluğun ıstırabını çekti. Şahsî hiçbir sevincine, üzüntüsüne şahid olmadım; sevinç ve üzüntüleri dostları, milleti ve ümmeti içindi.”
Zenginliğiyle övünen bir dostu “neyin var” diye Hilmi Oflaz’a sorar, acı bir gülümsemeyle cevab verir: “Dostlarım, kitablarım ve bir de sigaram var. Midesiyle toprağa basan insanların edinmeyi hayal ettikleri servet, sadece bir dostluğun verdiği şeyin yanında hiç kalır.”
Son Söz:
Bir noktalamasında ne diyordu Büyük Doğu Mimarı:
‹‹Garip geldik gideriz, rafa koy evi barkı!
Tek, dudaktan dudağa geçsin ölümsüz şarkı...›› [11]
İmdi, “Sonsuzluk Kervanı”nın bu ölümsüz bestesini duymak için, ilk önce kendi nefsimizden başlayarak, Hilmi Baba gibi “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak!” diye haykırma zamanıdır. Ve yine Üstad’ın dediği gibi, kafamızı ellerimizin arasına alıp, çok geç olmadan, duyma ve düşünme şuurudur. Nefs muhasebemizi tekrar ve tekrar yapma ferasetidir: “Ben davamda, ideal için mücadelemde, dostluklarımda, ne kadar varım, ne kadar samimiyim?!..” Ve unutmamak lâzım ki, “samimiyet” laf işi değil, her şeyden öte -tavizsiz- “fedakârane” bir aksiyon hâlidir.
Ölçümüz bellidir:
‹‹Ebu Talib:
- Kureyş büyükleri, neşrettiğin dinden vazgeçmiyecek olursan, aramızda kanlı bir boğuşma çıkacağını haber verdiler. Bu dâvadan vazgeç!
O zaman, Âlemlerin, yalnız o gelecek diye yaratıldığı “Gaye - İnsan ve Ufuk - Peygamber”, hayâl edilmez bir vakar, tevekkül, heybet ve irade tavriyle buyurdular:
“-Sağ elime güneşi, sol elime kameri verseler de bu dâvadan vazgeçmemi teklif etseler, ben de öleceğimi bilsem yine vazgeçmem!”›› [12]
Allah ve Resûlü ile her nefeste “sahici samimiyetimizin” artması niyazının hemen bitişiğinde, samimiyet için samimilerle birlikte olma gerekliliğince, Mevla bizleri Onların yolundaki “samimilerle” de kalb ve bedenen her dem buluştursun inşallah. Duamız şudur: Hazret-i Allah, bilip de cahil, anlayıp da unutkan, görüp de kör, duyup da hissiz kalmanın felaketine bizleri düşürmesin.
DİPNOTLAR: [1] Necib Fazıl, O VE BEN, 9. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1995, s. 217
[2] Osman Nûri Topbaş, HAKK’A ADANMIŞ GENÇLİK, Erkam Yayınları, İstanbul 2010, s. 334
[3] Salih Mirzabeyoğlu, KÖKLER -Necib Fazıl’dan Esseyyid Abdülhakîm Arvasî’ye-, 2. Basım, İbda Yayınları, İstanbul 1996, s. 113
[4] Salih Mirzabeyoğlu, KÖKLER, s. 74
[5] Cevad Ülger, RİTMİN GÜCÜ VE RİTME DAVET, İbda Yayınları, İstanbul 1985, s. 39
[6] Necib Fazıl, SAHTE KAHRAMANLAR, 9. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1996, s. 29-30
[7] Salih Mirzabeyoğlu, NECİB FAZIL’LA BAŞBAŞA, 2. Basım, İbda Yayınları, İstanbul 1989, s. 127
[8] Mehmed Niyazi, DÂHİLER VE DELİLER, 3. Basım, Ötüken Yayınları, İstanbul 2005, s. 111-112
[9] Mehmed Niyazi, DÂHİLER VE DELİLER, s. 249
[10] Mehmed Niyazi, DÂHİLER VE DELİLER, s. 227-228
[11] Necib Fazıl, ÇİLE, 32. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1997, s. 441
[12] Necib Fazıl, ÇÖLE İNEN NUR, 38. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2008, s. 191
GENÇ'ın Yazısı.