Her gönül yufkadır ve hassastır. Katılık, sonradan kazanılan bir şeydir. Diğer bir ifadeyle kişinin yapıp ettikleri neticesinde bu hassasiyet yitirilir. Hastalığın farkına varılmayacak olursa, zamanla daha acı sonuçlarla karşılaşılır. Bunun ilk belirtileri merhametsizliğin gün yüzüne çıkışıdır.

Toprağın kuraklaşması olur da topraktan yaratılan insanın bereketsiz bir çöle dönüşmesi söz konusu olamaz mı? Elbette olur. Toprak da kurur, insan da. Yemyeşil yaprakların zamanla sararıp solması, meyveye duran dalların kuruması ve nihayet odunlaşmasından bahsedilir de, insanın donuklaşmasından, taşlaşmasından ve çürümesinden bahsedilemez mi? Elbette bahsedilebilir. Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de özü çürüyen, donuklaşan, hissizleşen ve nihayet sadece cehennem odunu olan insanlardan bahseder:

“(Ey İsrâiloğulları!) bütün bunlardan sonra1 kalpleriniz katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi hatta daha da katıdır. Çünkü öyle taş vardır ki içinden ırmaklar fışkırır, öylesi var ki çatlar da bağrından su kaynar, öylesi de var ki Allah korkusundan düşüp yuvarlanır. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir” (Bakara Sûresi,74).

“Onları (O münafıkları) gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kereste gibidirler.” (Münâfıkûn Sûresi, 4)

(Ey kâfirler ve müşrikler!) Hiç şüphesiz siz ve Allah’tan başka kulluk ettikleriniz hepiniz cehennem odunusunuz. Siz ancak oraya layıksınız.” (Enbiyâ Sûresi, 98)

İnsan yaratılışını değiştirmediği, fıtratını bozmadığı sürece, diri hassas bir yüreğe, duyarlı bir vicdana sahiptir. Haksızlığa isyan eder, mahzun yüreklere şefkat gösterir, insaf ehlidir, zâlime kin duyar, mazlumun elinden tutmak ister. Ancak yetiştiği çevre, yapıp ettiği günahlar ve kötülükler neticesinde zamanla vicdanı körelmeye, donuklaşmaya ve taşlaşmaya doğru yol alır ve nihâyet iç çürüme yaşar ve –Rabbimiz muhafaza buyursun- kurur. Mevlânâ der ki:

“Ağacın kökünde içten gelme bir nemlilik, canlılık kalmamış ise sen ona bin selin suyunu döksen yine faydasızdır.”

Rahmân olan Rabbimiz, hiç kimseye kupkuru bir yürek vermez. Hatta rahmet suyu ile buluşturmadan yüreğini kurutmaz. Ancak kişi kendi iradesiyle, ilâhî rahmet suyuna karşı yani Peygamberlere ve ilâhî mesajlara karşı kendini kapatır ve kilitlerse, işte o zaman kendi şahsiyetini rahmet suyundan mahrum bırakmış olur ve çöle döner. Kur’ân-ı Kerim’de ilgili âyetler incelenecek olursa görülür ki, başlangıç itibariyle her gönül yufkadır ve hassastır. Katılık, sonradan kazanılan bir şeydir. Diğer bir ifadeyle kişinin yapıp ettikleri neticesinde bu hassasiyet yitirilir. Hastalığın farkına varılmayacak olursa, zamanla daha acı sonuçlarla karşılaşılır. Bunun ilk belirtileri merhametsizliğin gün yüzüne çıkışıdır.

Allah Resûlü’ne bir kişi gelir ve kalbinin katılaştığından dert yanar. Efendimiz kendisine şöyle bir şifâ reçetesi sunar:

“Gönlünün yumuşamasını istiyorsan fakiri doyur ve yetimin başını okşa.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 263, 387.)

İnsanın iç kuruma yaşamasının en önemli sebeplerinden biri, Allah ile bağının canlı tutulamamasıdır. Bu itibarla rahmet ve merhametin kaynağı olan Rahmân’la ilgisini kesen kimsenin gönül diriliği yaşama şansı yoktur. İbâdetler, zikirler ve Allah için yapılan hizmetlerin kişiliğimizi diriltmesindeki sır, özümüzün bu rahmet kaynağı ile buluşmasıdır. Bu yüce kaynakla kim ne kadar buluşur ise diriliği o kadardır. İlgisizliği, gafleti ve unutkanlığı ve uzaklığı nispetinde de kuruluk artacak ve duyarlılık sıfırlanacaktır. Duyarsızlığın uzaması, öz benliği donuklaştıracaktır. Rabbimiz mü’minleri bu hâle düşmekten sakındırır ve buyurur ki:

“Müminlerin, Allah’ın zikrine ve Hak’tan inen Kur’an’a karşı kalplerinin yumuşayıp saygı ile boyun eğme vakti daha gelmedi mi? (Müminler), önceden kendilerine kitap verilerek zamanın uzaması yüzünden kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu haddi aşıp azmış kimselerdi” (Hadîd Sûresi, 16).

Bu âyetin iniş sebebi olarak tefsirlerde birkaç rivayet nakledilir. İbn Abbas –radiyallahu anh-: Allah müminlerin kalplerinde bir tembellik ve uyuşukluk görerek, Kur’an’ın indirilişinin on üçüncü senesinde böyle bir uyarıda bulundu der. Başka bir rivayete göre ise müminler Medine’de, Mekke’ye nispetle daha rahat ve nimet içinde olduklarından, eski hallerine göre dînî titizliklerinde gerileme görülmesi üzerine bu âyet nâzil olmuştur.

Bu âyet, açık bir şekilde imandan sonra gevşemenin, çözülmenin ve dînî konularda duyarlığın kaybolmasının kalp kasvetine sebep olacağını beyân etmektedir. Denilebilir ki dînî hassasiyetin ve iman coşkusunun kaybolmasında belki de en önemli iki etken, gaflet ve ülfettir. İman nuru, gaflet ve ülfetle zayıflayınca, kalp gözü Mevlâ’dan ve ukbâdan dünyaya çevrilecek ve kişi dünya muhabbetiyle uzun emeller peşinde koşarken, kulluğu unutacaktır. Bu unutma ise hassas gönlün donmasına sebep olacaktır.

Nitekim Allah Resulü bu gerçeğe “Dikkat ediniz! Emel ve arzularınız uzayıp size ecelinizi unutturmasın! Aksi takdirde kalpleriniz katılaşır”2 sözleriyle işaret etmişlerdir. Yine Hz. Peygamber’in, “Allah’ı unutarak lüzumsuz konuşmalara dalmayın. Çünkü Allah hatırlanmadan yapılan uzunca konuşmalar, kalbi katılaştırır. Allah’tan en uzak olan kimse ise kalbi katı olandır”3 beyanları, ihsân duygusu4 içinde yapılmayan her türlü söz ve davranışın, kalbî hassâsiyetin bir ölçüde kaybolmasına vesile olacağını vurgulaması bakımından dikkat çekicidir.

Netice olarak denilebilir ki, feyz-i ilâhî ile yumuşamamış bir gönül, kuru demektir. Çölden semereli bitkiler yetişmeyeceği gibi, susuz gönülden de güzel neticeler çıkmayacaktır. Yapılması gereken; ilâhî rahmeti celbedecek vesilelere sarılmak ve şefkat damarlarını açacak davranışlar sergilemektir.


1- Atalarınıza gelen (öldürülen kimsenin diriltilmesi, Tûr’un yükseltilmesi gibi) bunca açık delillerden, cereyân eden hârikulâde hadiselerden ve kendilerinden alınan sapasağlam sözlerden sonra demektir (bk. Kasımî, Mehâsin, II, 158-159).

2- İbn Mâce, Mukaddime, 7.

3- Tirmizî, Zühd, 62.

4- “İhsan” Hz. Peygamber tarafından “Allah’ı görüyormuşçasına ya da O’nun tarafından izleniyormuşçasına kulluk yapma duygusu” olarak açıklanmıştır. ( bk. Buhârî, İman, 37; Müslim, İman, 57)


Adem Ergül 'ın Yazısı.