Fotoğrafçılık Hakkında Ne Biliyorsunuz?
Yusuf Toprak
Fotoğrafçılık, herhalde son yıllarda toplumun en çok rağbet ettiği sanat dallarından… Çok kişinin elinde iyi makineler görüyoruz, farklı şekillerde, farklı pozlarla fotoğraflar çekmeye çalışıyorlar… Bununla birlikte çoğu kişi fotoğrafçılığı iyi bir makine almak ve bir manzara karşısında eğilip bükülmek zannediyor. Peki, kaç tanesi fotoğrafçılığa dair fikirlerin olduğu bir yazı okumuştur?
Sizleri, sözü çok uzatmadan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın fotoğrafa dair görüşleri ile baş başa bırakalım:
“Her Geçen Gün Bir Kat Daha Borçlanıyor Fotoğrafa…”
Fotoğrafı Mısır tanrısı Râ`nın alnındaki üçüncü göze benzetirim. Bu üçüncü göz, yalnız çok uzaklarda, hattâ görünmezde kımıldananı görmekle kalmaz, ayrıca da gerektiği zaman yerinden fırlayarak Râ`nın düşmanlarına saldırır ve onları yenermiş.
Geçen asrın içinde insan hayatına giren fotoğraf, daha icadından birkaç sene sonra getirdiği imkânlar ve kolaylıklarla bizi şaşırttı. Bilgi ve öğretimin ihmâl edilmez yardımcısı oldu. Sinemanın icadı ve ilimde kullanılması bu yardımı ön safa getirdi. Daha şimdiden biyoloji, gelişmesine o kadar yardım eden, kendisine yeni imkânlar sağlayan ve yeni ihtiraslar aşılayan, yapılması çok güç ve masraflı tecrübeleri bir defa için tespit edilmesi sayesinde herkese açan bu yardımcıya hemen her fırsatta ve en selâhiyetli ağızlardan teşekkür ediyor. Fizik, kimya, tıp, coğrafya, içtimaî bilgiler anketini en umulmaz yerlere kadar götüren bu icada gün geçtikçe bir kat daha borçlanıyorlar. Dokümanter filmin, bu her gördüğünü sadakatle kaydeden, gerçeği bozmadan nispetlerle oynayan ilâve göz ve hafızanın sokulmadığı yer yok. Sonsuz büyükle sonsuz küçüğü hayatımıza âdeta ekledi. Onunla yıldızların ve en küçük zerrelerin arasında seyahatimiz kabil. Nasıl bir masal ve trajedi içinde yaşadığımızı bize asıl gösteren şüphesiz ki odur.
1954 yılında filmoloji kongresinde, bize Penguen kuşları üzerine dokümanter bir filim göstermişlerdi. Herkes gibi ben de bu hayvanın siyah ve ciddî elbisesiyle uzaktan insana benzediğini bilirdim. Hattâ Anatole France`ın fantezisi, bu benzeyişten "Penguenler Adası" adlı şaheseri çıkarmıştı. Fakat bu biçare hayvanların nasıl yaşadıklarını, bu benzeyişin onlara ne çetin zahmetlere mal olduğunu ancak bu filimde gördüm. Şimdi bu filmi acı ile komiğin, yasaklarla yaşama iradesinin şaşırtıcı bir destanı gibi hatırlıyorum.
“Film, Gazeteyi Geçti!”
Walt Disney`den ve onun "Yaşayan Çöl" ünden de bahsedebilirdim. Fakat burada, düzeni fazla hâkim olan bu eseri ne dereceye kadar saf dokümanter addedebileceğimizi bilmiyorum. Filim, içtimaî anket ve röportajda gazeteyi hemen hemen geçti. Bugün aziz dünyamızın bütün olan bitenlerini, rahat bir koltuktan, kadife gibi yumuşak bir karanlığın içinde günü gününe takip etmek, şiirin bütünü ile tezatların mengenesi arasında ne kadar abes bir âlemde yaşadığımızı, spekülatifin dışında insan aklının bîçareliğini olduğu gibi görmek ve onlara garip bir şekilde alışmak mümkün.
Bize pek az gelen büyük aktüalite filmleri nâdir seyahatlerimde en büyük zevkimdir diyebilirim. Vakıa sonu biraz tuhaf oluyor, bir, bir buçuk saat sonra bu mahşerden acayip ve çok defa birbirini bozan içkilerle ağzına kadar dolu bir kap gibi çıkıyorsunuz. imaj, belki bize en sağlam bilgiyi veriyor. Fakat çok defa da birbirini yok ediyor. Anlaşılan göz hafızasının kendisine mahsus bir ekonomisi var. Buna biraz da filmin kendi muvazenesi yardım ediyor.
Filhakika bu cins filmlerde iş biraz değişiyor. Fotoğrafın tecessüsü ilimde olduğu gibi tek başına kalmıyor. Arkasında sistemler, kombinezonlar çalışıyor. Onlar seçiyor, ayıklıyor, ısrar, tefsir ve izah ediyorlar. Ve bilhassa bahsettiğim muvazeneyi kuruyorlar. Öyle ki, sonunda nasıl tahammül edeceğinizi, görürken kendi kendinize sorduğunuz şeyleri biraz sonra unutuyorsunuz ve filim bitince biraz da yorgunluğunuzdan gelen tatlı bir bedbinlik içinde birdenbire çıktığınız sokaktan kendi âleminize dönüyorsunuz. Gerçeği şu ki, bu yardımcı meleğin kendi imkânlarından ve hususiyetlerinden gelen bazı kusurları var. Realite ile fazla oynuyor ve ayrı sanat imkânlarını ve kendi estetiğini öbür sanatlara fazla tatbik ediyor. Hiç kimse fotoğrafın sanat bilgisine getirdiği yardımı inkâr edemez. Bu gün bu sayede dünya şaheserleri kütüphanemizde ve duvarlarımızda.
“Eskisi Gibi Şaşıran Yok”
Bununla beraber bir yığın mahzuru da beraber getirdi. Evvelâ resim ve heykeli kitapta seyre alıştık. Teferruat üzerinde rahatça ve çok yakından durma terbiyesi, orijinaller karşısındaki tavrımızı değiştirdi. Hattâ biraz unutturdu bile. Hiç olmazsa o büyük sürprizi ortadan kaldırdı. Şimdi artık kimse Sixtine`in tavanını veya duvarlarını seyrederken bir asır evvelki çığlığı atmıyor. Belki daha ziyade gördüklerine benzeyip benzemediğini içinden, münakaşa ediyor. O birden artan sıcaklık, kaynaşma yok. Hattâ fotoğraf, imkânlariyle zevkimizi az çok değiştirdiği için sanat terbiyesi tam olmayanlarda orijinal eserler karşısında bir çeşit hayal sukutu bile yaratıyor.
Filhakika fotoğraf çok defa eseri bozuyor. Ufak bir zaviye değişikliği, yandan bir görüş, bazı teferruatın üzerinde lüzumundan fazla ısrar etmeye imkân veren bir yakınlık, karşıdan, hattâ muayyen bir mesafeden seyretmeniz için yapılmış bir eseri size büsbütün başka bir eser halinde veriyor. Şüphesiz fotoğraf burada kendi imkânlarının içindedir. Fakat bu imkânlar eserin sahibinin niyetleri içinde değildir. -Onun iddialarına yabancıdır. Her sanat eserinin etrafında teşekkül ettiği cevherin kendisi olan -şahsiyetimiz gibi bir şey- düzen ve nispet, bu yüzden kayboluyor, muvazene bozuluyor. Tek ve sağlam konuşmanın yerini sadet harici telkinler alıyor. Myron, "Disk atan"ını karşıdan görülmek için yapmıştır. Fotoğraf onu aşağıdan aldığı andan itibaren bu muvazene şaheseri birdenbire bir deniz ve su oyunu haline girer. Kendi üstünde toplanmış dinamizmin yerini hareketin kendisi alır.
“Resimde Tehlike Daha Azdır”
Vakıa fotoğraf bunları yaparken bazı güzellikler elde etmiyor değil. Hattâ Malrant`ın, sanatın ve sinema estetiğinin büyük sırrını bulduğu bir çeşit büyülemeye de erdiği oluyor. Fakat bu büyü artık sahibinin değildir. Hakikatte biz Scopas`nın, Ponattello`nun yerine sanatının ehli, icat sahibi, şuraya buraya tırmanmayı bildiği kadar siyah odanın sırrına da sahip fotoğrafçı ile karşılaşıyoruz. Bu, musikîdeki o ikinci elden arrangement (onarma) lara da benzemez. Çünkü musikîde Bach`ın bulduğunu nihayet Liszt veya Schumann, yâni bir başka musikişinas, aynı tekniğin içinden yetişmiş bir insan tamamlar. Onlarda hiç olmazsa sanat ve hayranlık aynı cinstendir. Burada ise ayrı tekniğin insanı işe giriyor. Filhakika bir fotoğrafçı büyük bir sanat amatörü olabilir. Fakat fotoğrafçı sıfatıyla ressam ve heykeltıraş olamaz.
Resimde tehlike daha azdır. Fakat orada da teferruatın tecridi var. Joconde`un yüzü beyaz perdeyi veya kitap sayfasını -hattâ bazan bir kısmını da keserek, yani sayfadan taşmamasını temin ederek - tek başına kaplayınca, şüphesiz ki, bu tecritle ben Leonard`ın resmettiği kadını daha iyi tanırım. Fakat buna mukabil bütünü ve tablo fonunu, kuvvetini, o kayalık manzarayı, gök ve mavi suyu, sırrın ağzı gibi bir tarafta duran mağarayı, hülâsa bu başın üstüne düştüğü bütün o Floransa peyzajını, tablonun asıl kendisi olan müzikaliteyi, onun unsurlarını kaybederim.
Hâlbuki bunlar Leonard`ın -bugün bazı fenomenolojist münekkidlerin haklı olarak iddia ettikleri gibi- çocukluğunun hâtıraları, hattâ ruhî hayatının sembolleridir. Biz bir çehreyi, bir insanı belki çok defa rastladığımız anda görürüz. Fakat bazan da bütün ömrümüzün arasından görürüz. Ve asıl o zaman görmüş oluruz. Kaldı ki Leonard cinsinden bir adam bütün bu kalabalığı bir çehrenin etrafında ancak kurucu unsurlar olarak toplar. O halde çehrenin tecridiyle Leonard`ın büyüsü gidiyor, yerine fotoğrafın bir imkânı, onun hazırladığı bir büyü geliyor.
“Bir Hatıra”
Burada kendime ait bir hâtırayı nakletmek isterim. Yangından evvel Güzel Sanatlar Akademisi`nde l. Dünya Harbi esnasında nasılsa getirtmeyi akıl ettiğimiz, tabiî büyüklükte ve aslını hiç de aratmıyacak kadar başarılı -sadece ressamın kendi eli değmemişti- bir Velasquez kopyası vardı: "Breda`nın Teslimi." Geniş bir gök altında ve az çok çıplak bir manzarada bir yığın şövalye, at ve göğün boşluğunu delen mızraklar... Eski sultan yalısının birinci kat sofasının denize doğru olan çıkıntısında, Goya`nın yine kendisi kadar güzel kopya edilmiş İspanya kral ailesinin o acaip şekilde itinalı, teferruatiyle ve realizmiyle insanı bir birsam gibi yakalayan resmiyle karşı karşıya asılıydı. Fakat her nedense, iki tablonun ikisi de tabiî bakış hizasından biraz aşağı asılmışlardı. Evimizin eşyası gibi bir şey olduğu için münasebetlerimiz günlük münasebetler şeklinde idi. Her ikisini de bakmadan görürdüm. Bu yüzden dokuz sene rahatsız oldum. Çünkü önlerinden geçerken daima tabloların alt kısmının teferruatını görmeğe mahkûmdum. Bazan mücerret bir resim, bazan peyzaj tecrübesi oluyorlardı. Hele Velasauez âdeta Corot`i aşıyordu. Şüphesiz böyle de güzeldiler. Fakat bu, iki ressamın ikisine de ihanetti. Onun için sonuna doğru âdet etmiştim, geriye döner, bölmeye girer, her iki tabloyu bütünüyle seyrettikten sonra yoluma devam ederdim.
Benim istemiyerek yaptığımı, fotoğraf her gün ve her vesile ile yapıyor.
Yukarda bahsettiğim filmoloji kongresinde filim ve sinema estetiği kısmını idare eden sanat tarihçisi Francastel`in sanat fotoğrafı ve filmlerinde büyük endişelerinden biri de bu kötü kullanılan teferruat zevkinde toplanıyordu. Hakkı da vardı. Van Eyck`ın meşhur İbrahim ile İsmail hikâyesi triptiğindeki klavsen çalan meleğin mantosunu tek başına büyültürseniz elinizde sâdece muhteşem bir kumaş kalır.
Sinema bu hususî düzen ve imkânları yüzünden az çok bütün güzel sanatlarda olduğu gibi edebiyat ve söz sanatlarıyla da karşılaşır. Temsil bakımından, bilhassa sesli filimden sonra tiyatronun, hikâye kudreti ile romanın, görünüşleri konuşturan realizmi ve keskin belagatı ile hitabetin -burada sinema, Cesar`ın bıçakla delik deşik vücudunu Capitole`e taşıyan ve eski, yeni bütün yaralarını halka gösteren Shakespeare`in Oktavius`una benzer- telkinle şiirin, çeşitli oyunlariyle masalın ve fantastiğin ister istemez karşısına çıkmıştır. Tıpkı fotoğrafın bir asırdan beri resim ve heykeli karşılaştığı gibi.
Ve nasıl fotoğraf bu iki sanatı (resim ve heykeli) değişmeğe, hattâ başlangıç noktalarından ayırıp kendi tabiatları dışına çıkmağa, yahut yeni imkânlar aramağa zorluyorsa, yarım asırdan beri söz sanatlarını da öylece içinden fethe çalışıyor. Bu sanatlara getirdiği değişikliklerden sarfınazar, onları bir çeşit müdafaa vaziyetine soktuğu aşikârdır. Şurası var ki o, zihnî hayatımızın, şüphesiz dilden daha kuvvetli yahut hiç olmazsa onun kadar zengin bir esas unsuruna, imaja dayanıyor.
NOT: Yazı, yazarın Yaşadığım Gibi kitabından alıntıdır.
Yaşadığım Gibi / Ahmet Hamdi Tanpınar / Dergâh Yayınları / 541 Sayfa
GENÇ'ın Yazısı.