Osmanlı batmıştı fakat Şair Şaban Abak’ın mısralarında ifade ettiği gibi bir güneş olarak batmıştı. Bir güneş olarak batan ise bir gün mutlaka bir güneş olarak doğabilir. Çünkü batan her güneş kendi içinde yeniden doğmaya namzettir.

Osmanlı’yı, dedelerimizin kurduğu şanlı devleti anlamak için mutlaka Balkanlara gidilmesi gerekir. Osmanlı hakkında ne kadar çok kitap okursanız okuyun eğer Balkanlara gitmediyseniz Osmanlı ile ilgili algınız, bilgileriniz mutlaka eksik kalacaktır. Ben de Balkanlara her gidişimde özellikle tarihimi, ecdadımı anlamaya çalışıyor, Osmanlı’nın bu muazzam medeniyeti nasıl oluşturduğunu öğrenmek için uğraşıyorum. Şüphesiz Osmanlı’nın en büyük özelliklerinden biri de bir tahammül devleti olması, farklılıkları bir zenginlik olarak görmesiydi. Devlet-i Âli farklı halkları kucaklayıp onları sahiplendikçe, yönetimi onlarla paylaştıkça kendi içinde de zenginleşti. Irklar Osmanlı için birer teferruattı. Örneğin sadrazamların, padişaha yakınlığıyla bilinen Kapıkulu Askerleri’nin birçoğu Arnavutlardan oluşuyordu… Bundan dolayı da Osmanlı bir ırk devleti değil; bir ideal devletiydi. Bu ideal de âleme nizam vermek, bütün dünyaya adaleti, kardeşliği, barışı, İlâyı Kelimetullah’ı hâkim kılmaktı.

OSMANLI BATTI AMA BİR GÜNEŞ OLARAK

Tiran’ı bir güzel gezip Arnavutluğun diğer önemli şehirlerini görmek için yollarda ilerlerken zihnim yine Osmanlı ile ilgili düşüncelerle dolu. Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte neler kaybettiğimizi düşündükçe içimi büyük bir hüzün kaplıyor. Suriye’de, Mısır’da, Afganistan’da, Irak’ta yaşananların temel nedeni aslında Osmanlı’nın yokluğu değil mi? Tespihin imamesi kopunca taneler dört bir tarafa dağıldı; imamenin yokluğu her tanenin büyük acılar yaşamasına neden oldu. Ümmetçilik, kardeşlik, dayanışma, paylaşma fikri birbirinden farklı halkları Osmanlı’nın etrafında toplarken ulusçuluk, dışlama, düşmanlık fikirleri ise bizi birbirimizden ayırdı. Osmanlı batmıştı; fakat Şair Şaban Abak’ın mısralarında ifade ettiği gibi bir güneş olarak batmıştı. Bir güneş olarak batan ise bir gün mutlaka bir güneş olarak doğabilir… Çünkü batan her güneş kendi içinde yeniden doğmaya namzeddir.

BERAT KALESİ’NİN MUHTEŞEM MANZARASI

İşte bu duyguların eşliğinde Arnavutluğun Berat şehrine giriyorum. Şehre girer girmez Berat Kalesi’ne tırmanarak manzaranın keyfini çıkarmaya başlıyorum. Bir dağ yamacına kurulmuş olan şehrin manzarası bana tuval üzerindeki şahane yağlı boya resimlerini anımsatıyor. Berat Kalesi ise adeta terk edilmiş, yalnız bırakılmış bir kasabayı andırıyor. Etrafı surlarla çevrili olan kalenin içindeki en önemli tarihi yapı Kırmızı Minareli Cami… Kimi rivayetlere göre bölgeye gelen Müslüman tüccarlar, kimi rivayetlere göre de Yıldırım Beyazıt tarafından inşa edilen camiden geriye sadece minaresi kalmış. Kalenin etrafı kesme taşlardan yapılmış ahşap kapılı evlerle dolu. Evlerin kapılarının açıldığı dapdaracık sokaklar ise bomboş. Sanki mahalleli hep birlikte anlaşıp evlerine çekilmiş. Gözlerim sokaklarda neşe içinde oynayan çocukları ararken kalenin etrafındaki daracık sokakları adımlamaya devam ediyorum.

ARNAVUTLUĞUN SAFRANBOLUSU

Evlerinin görüntüsü tamamen bizim Safranbolu evlerine benzeyen Berat, Arnavutça’da bin pencere anlamına geliyor. İsmini beyaz badanalı, kırmızı çatılı, ahşaptan yapılmış geniş pencereli evlerden alan Berat, eski tarihi dokusunu hiç kaybetmemiş. Osmanlı’dan kalma bir şehir olan Berat’ta bir köşeye çekilip uzun uzun şehrin evlerini seyretmek bile insana ayrı zevk veriyor.

Şehrin ortasından ise Osum Nehri geçiyor. Yüzyıllardır akıp giden Osum Nehri’nin bir tarafında minareler yükselirken diğer tarafından ise çan sesleri geliyor. Müslümanlar nehrin bir tarafında, Hıristiyanlar ise daha çok diğer tarafında yaşıyorlar. Berat’ta gezerken her köşe başında tarihten, geçmişten kalan bir izle karşılaşıyorsunuz. Berat şehri insana betonarme binalar arasında geçen modern hayatların ne kadar sıkıcı ve ruhsuz olduğunu bir kez daha öğretiyor. Bu şehir görene, hissedebilene aslında çok şey söylüyor.

İSKENDER BEY VE KURUYA

Berat’tan sonraki şehrimiz ise Arnavut milliyetçiliğinin sembol ismi olan İskender Bey’in şehri Kuruya… Bir başka ismi de Akça Hisar olan Kuruya şehrini Osmanlı ancak 4 kez kuşattıktan sonra fethedebilmiş. Arnavutların en önemli milli kahramanları olan İskender Bey daha çok Arnavut milliyetçileri tarafından seviliyor. Her ulus devletin ihtiyaç duyduğu kahraman da Arnavutluk’ta İskender Bey üzerinden karşılanmaya çalışılıyor. Çünkü İskender Bey Arnavutluk için Osmanlı’dan ayrılıp ulusal kimliğe dönmeyi sembolize ediyor. Arnavutlar her tarafa İskender Bey’in heykelini dikerken ülkede İskender Bey adına müzeler açılıyor. Kuruya şehrinin kalbinin attığı yer ise, yolları kesme taşlardan yapılmış olan Eski Çarşı... Son derece renkli olan çarşıda elle dokunmuş halılardan Arnavutlara has şapkalara, hediyelik tablolardan el işlemeli çantalara kadar birçok şey satılıyor.

BEKTAŞİLERİN KUTSAL DAĞI

Eski Çarşı’yı da gezdikten sonra bölgenin en yüksek dağlarından olan Kuruya Dağı’na doğru tırmanmaya başlıyoruz. Arabamız keskin virajları, sarp kayalarla çevrili yolları aşarak Bektaşiler için kutsal kabul edilen dağa ulaşıyor. Dağın en zirve noktasından Bektaşilerin kutsal mağaralarına doğru iniyoruz. Mağaranın önünde ilk olarak kurban kesen Bektaşilere rastlıyorum. Bektaşiler kurbanı kestikten sonra dilek tutuyorlar. Bektaşiler tarafından kutsal olarak kabul edilen mağaranın iç bölümüne girdiğimde ise Bektaşi dedelerinin resimleriyle karşılaşıyorum. Mağaranın daha iç bölümünün dört bir tarafına ise mumlar yerleştirilmiş. Bektaşiler bu mumların önüne gelip dileklerde bulunuyorlar. Kutsal olduğuna inandıkları mağaranın duvarlarını öpüyor hatta daha da ileriye gidip mağaraya secde bile ediliyorlar. Mağaranın kutsal kabul edilmesinin nedeni ise etraftaki mezarlar. Anlayacağınız Bektaşilerin kutsal dağları olan Kuruya Dağı’nda İslam’ın özüne ters olan her şey yapılıyor.

VE İŞKODRA…

Kuruya’dan sonraki durağımız ise Arnavutluğun en önemli şehirlerinden biri olan İşkodra şehri. Ülkenin kuzeyinde bulunan İşkodra, Arnavutluğun sanayi ve kültür merkezi olarak kabul ediliyor. Nüfusu bugün 100 bini aşan İşkodra şehrinde Müslümanların yanı sıra Hıristiyanlar da yaşıyor. Eski bir şehir olan İşkodra’yı şehir merkezinden gezmeye başlıyorum. İtalyan mimarisinin etkisi şehir merkezindeki yapıların birçoğunu kuşatmış. Eski binaların çoğu restore edilince şehir bir başka güzelleşmiş.

İşkodra’nın merkezine damgasını vuran yapı ise Hz. Ebubekir Camii... Balkanların en büyük camilerinden biri olan Hz. Ebubekir Camii komünizm yıkıldıktan sonra inşa edilmiş. Arnavutluğun en yüksek ve en büyük kalesi olarak bilinen Rozafa Kalesi de İşkodra’da bulunuyor. 133 metre yüksekliğindeki kalenin bir diğer ismi de İşkodra Kalesi… Osmanlı bu kaleyi daha çok bölgedeki hâkimiyetini arttırmak, yeni fetihler gerçekleştirmek için kullanmış. İşkodra denince akla ilk gelenlerden biri olan İşkodra gölünün de keyfini çıkardıktan sonra Arnavutluğun başkenti Tiran’da başlayan gezimiz İşkodra’da son buluyor.

BATI SINIRINDAKİ KAPIMIZ

Komünist yönetimin yıkılmasıyla birlikte Arnavut Müslümanları da dinlerini daha özgür bir şekilde yaşamaya başlamışlar. Ülkede depoya çevrilen camiler yeniden açılıyor, yıkılan camilerin yerlerine yeni camiler inşa ediliyor. Çeşitli sivil toplum örgütleri etrafında örgütlenen Arnavut Müslümanlar, İslami yaşam ve kültürü tekrar canlandırmak için büyük bir çaba sarf ediyorlar. Arnavutluk adeta İslam dünyasının Batı sınırındaki kapısı... Yıllardır ihmal edilen, unutulan bir kapı... Komünist dönemin derin tahribatlarına rağmen Arnavut Müslümanları yeniden özlerine dönmek istiyorlar. Eğer İslam dünyası Balkanların bu güzel ülkesine gereken önemi verir, yılların ihmalkârlığı yerini kardeşliğe, dayanışmaya bırakırsa Arnavutluğun küllerinden yeniden doğması hiç de zor değil.


Adem Özköse'ın Yazısı.