İnsanların kendi iradeleriyle ağlayıp, kendi iradeleriyle gülmelerine fırsat verilmeden duyguları bombardımana tutulmakta, adeta biz “gül deyince gül, ağla deyince ağla” şeklinde özetlenebilecek vahşi bir televizyon dili geliştirilmektedir.

Yaşadığımız yüzyıl insani değerlerin kıyasıya yıpratıldığı, asli kimliğinden koparılarak biçimsizleştirildiği uçarı bir yüzyıl.

Beşer olarak taşıdığımız birtakım hususiyetlerimiz var ki bunlar bizi sair canlılardan ayırt ediyor, farklı kılıyor. Bunlardan  biri ağlamak, diğeri gülmek… Yaşadığımız dönemde her insani duygu hırpalandığı gibi bu duygular da hırpalanıyor, örseleniyor. Dahası biçimsizleştirilerek ağlamak, ağlamak olmaktan; gülmek, gülmek olmaktan çıkarılıyor.

Televizyon programlarından özellikle kadınları kendilerine hedef kitle gören programlar, yapıldıkları stüdyodaki misafir izleyicileri birer  kobay gibi kullanmakta, onların duygularını ticari bir malzeme gibi görmektedir.

Programı yapan kimseler misafir izleyicileri  istediğinde ağlatmakta istediğinde güldürmekte. Bu kitle ise iradesini kaybetmişcesine programcıların istediği tarafa savrulup  durmakta. İzleyici kitlesi üzerinden de televizyonun dışındakiler aynı tepkiyi vermeye teşvik edilmekte.

İnsanların kendi iradeleriyle ağlayıp, kendi iradeleriyle gülmelerine fırsat verilmeden duyguları -insanı rikkate getiren araçlar  kullanılarak- bombardımana tutulmakta, adeta biz “gül deyince gül, ağla deyince ağla” şeklinde özetlenebilecek vahşi bir televizyon dili geliştirilmektedir.

Bütün bunlar bir yana bu programlarda misafir izleyicilerin bütünlüklü bir hüzün ya da sevinci yaşamalarına da imkân tanınmamaktadır. Çok değil birkaç dakika önce trajik bir hayat hikâyesiyle ağlatılan misafirler, birkaç dakika sonra komik bir biçimde güldürülmekte neticede traji-komik hale düşmektedirler. Gülmeyi ağlamanın kardeşi sayan atasözü haklı mıdır bilmem ama bu iki  kardeşin siyam ikizleri gibi sürekli birlikte olması bazı kişilik bozukluklarına sebebiyet verebilir.

Gelenekte insan duygulanımları bir bütünlük içinde yaşanırdı. Şairin “Dîlde gâm var şimdilik lütfeyle gelme ey sürûr / Olamaz bir  hânede mihmân mihmân üstüne (Gönlümde şuan gam var, şimdilik gelme ey sevinç, çünkü bir evde misafir varken onlar gitmeden  yeni misafirlerin gelmesi uygun olmaz) diyerek dile getirdiği durumu yaşarlardı. (1)

Yaşadığımız çağda ise hüzün ve sevinç arasındaki mesafe çok daraldı. Kanaatimce bu daralma daha çok hüznü yıpratıyor,  biçimsizleştiriyor. Çünkü hüzün bir ciddiyet ve yoğunlaşma halidir. Bu halden sevinç haline geçmenin aniliği ise bir önceki halin ciddiyetini kati surette zedeliyor.

Hüznü uzun metrajlı yaşayanlar da yok değil elbet. Ama berikiler de depresyon vakitlerinde dalıyorlar hüznün kara sularına.

Bağlı olduğumuz gelenekte, gülmek de ağlamak da bir âdap dairesinde olunca hoştur, güzeldir. Bizler güldüğünde kahkahalara kapılmayan, ağladığında iradesini kaybetmeyen bir Peygamber(s.a.v.)’in takipçileriyiz. Bu gelenekte küçük dili görünecek derecede  gülmek de ölmüşlerin ardından kendini paralayarak ağıtlar yakarak ağlamak (niyaha) da kerih sayılır. Böylece insan gülerken de  ağlarken de iradesini kaybetmiyor; gülmenin ardından vakarını, ağlamanın ardından metanetini koruyor.

(1) Bu şiir 17. Asır divan şairlerinden Râsih’in “Süzme çeşmin gelmesin müjgân müjgân üstüne” (Süzme ki gözlerini kirpiklerin üst  üste gelmesin) diye başlayan meşhur gazelinden alınmıştır. Hababam sınıfı ile büyüyen bir neslin zihin haritasında bu ilk mısra bir  alay konusu olarak kaldı. Yazık oldu, Râsih’e de gazele de bir nesle de.


Ahmet İğdi'ın Yazısı.