Kökü Olmayanın Gövdesi de Olmaz
Hakikati ve ona dayanan değerleri, bir menbadan doğan ve yol boyunca yeni katılımlarla bir büyük nehre dönüşen ve nihayet deryaya doğru yol alan bir akarsuya benzetebiliriz. Böyle büyük bir nehre katılan damlalar, nehirleşir ve hatta deryalaşırlar. Böyle bir katılımdan mahrum nice cılız akıntılar ise çoğu zaman buharlaşır ya da bir çukurda kaybolur giderler.
Bir dostumuz, hizmette ekip ruhunu bozan bazı kimselerle ilgili bir değerlendirmede bulunuyordu. Dikkat çekici bir örnek verdi:
“Efendim, bizim bu bölgede daha çok meyve yetiştirilir. Meyve ağaçlarımız, bizim geçim kaynağımızdır. İşimiz gereği sık sık meyve fideleri dikeriz. Diktiğimiz fidanlar farkında olmadan zaman zaman zemininde taş olan bir alana rastlar. Onlar toprağa kök salma imkânına sahip olamazlar. İlk zamanlar, diğer fidanlarla aynı seviyede görünse bile, şiddetli bir yağmur ya da kuvvetli bir rüzgâr neticesinde hemen yere yıkılır ve yakılacak odun haline dönüşürler. Âcizane kanaatim, manevî dünyası itibariyle derinleşemeyen ve kök salamayan kimseler de görünürde ekip üyesi gibi safta bulunsalar da, en ufak bir rüzgârda toz olup uçar giderler, kalıcı olamazlar.”
Bu ârifâne tespite katılmamak mümkün değil. Gerçekten de köksüz fikirler, sığ inançlar, derinliksiz duygular, keyfiyetsiz ilişkiler ve sağlam bir geleneğe dayanmayan davranış modelleri, hiçbir zaman güçlü bir şahsiyet oluşturamazlar. Yine aynı şekilde ilim, irfân ve terbiye geleneğinde de sağlam köklere dayanmayan nice gayret ve çabalar, medeniyet inşasında son derece cılız ve sönük bir karakter arzeder. Tarihî tecrübeler göstermiştir ki, her bir hakikatin esasen derin kökleri vardır. Dolayısıyla muhkem (sapasağlam) bir zemine dayanır.
Hakikati ve ona dayanan değerleri, bir menbadan doğan ve yol boyunca yeni katılımlarla bir büyük nehre dönüşen ve nihayet deryaya doğru yol alan bir akarsuya benzetebiliriz. Böyle büyük bir nehre katılan damlalar, nehirleşir ve hatta deryalaşırlar. Böyle bir katılımdan mahrum nice cılız akıntılar ise çoğu zaman buharlaşır ya da bir çukurda kaybolur giderler.
İşte köklü bir gelenek ve medeniyet havzasına mensubiyet, kökü derinlerde bir çınar misali dev şahsiyetlerin yetişmesine zemin teşkil eder. Bu bakımdan ilâhî vahiy merkezli duygu, düşünce, inanç ve davranışlar manzumesinden oluşan medeniyetler, ayakları yerde ve fakat başı göklerde sağlam bir duruş sergileyen kişilikler inşa ederler.
Peygamberlerin ve ilahi kitapların birbirini inkâr eden değil, tasdik eden bir silsile şeklinde gelmesi, bu açıdan son derece önemlidir. Kur’ân-ı Kerim’de ümmet-i Muhammed’e yapılan şu tavsiye, onları insanlık tarihi kadar kadîm olan yüce bir hakikat silsilesine bağlama bakımından dikkat çekicidir:
(Ey mü’minler!) Sizler şöyle söyleyin: “Biz Allah’a, bize indirilene (Kur’an’a), İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Yakuboğullarına indirilene, Mûsâ ve İsa’ya verilen (Tevrat ve İncil) ile bütün diğer peygamberlere Rab’lerinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz O’na teslim olmuş kimseleriz.” (Bakara Sûresi, 136)
Dikkat edilirse, kesintisiz bir zincir misali, var olagelen bir hakikate bir halka da siz olun denilerek, bütünlük korunmuştur. Kemâl (olgunluk) yürüyüşü, mevcudu inkar üzerine değil, var olan doğruları kabul ile birlikte, yeni adımlar ilâvesiyle, zamanın ve mekânın gerektirdiği yenilik ve değişimlerle eklemlenerek büyümek yoluyla olacaktır. Geleneğe saygılı olmak, bugünü düne indirgemek için değil, düne bugünü ilâve ederek tekâmül etmek için gereklidir.
Düne takılıp kalmak başka bir şeydir, dünden hareketle bugün yeniden doğmak daha başka bir şeydir. Bugünü inşa için dünü yıkmak gerekmiyor; belki dünü bugüne zemin yaparak daha da yükselmek gerekiyor.
Yeni fikirler, çoğu zaman dikkat çekici olur. Nitekim “Her yenide lezzet vardır” diye de bir söz vardır. Fakat bu lezzetle sarhoş olup sessiz ve derinden akıp gelen medeniyet ırmağını görmezden gelmek de, insanı zamanla sığlaştırır ve köksüz hâle getirir. Bu tehlikeye düşmemek için medeniyet omurgamızın temel dinamiklerini iyi bilmek ve hazmetmek şarttır.
İslâm medeniyetinin temel omurgasını Kur’ân ve Sünnet kültürü teşkil eder. Akide (inanç esasları) Müslüman şahsiyetin fikrî temellerini oluşturur. Fıkıh, hayatı yorumlama ve yaşama metodolojisi adına bir yol haritası gibidir. Tasavvuf ve irfânî kültür, engin duyguların kapılarını açan, edep, nezaket ve fazilet gibi insaniyet değerleriyle şahsiyetimizi tezyin eden (süsleyen) bir fonksiyon icra eder. Tarih ve edebiyat ise, bize kimliğimizi hatırlatan ve bizi biz yapan değerlerimizle var olmamıza ve büyüyüp gelişmemize vesile olan vazgeçilmez kaynaklarımızdandır.
Üzülerek ifade edelim ki, bugün sanal âlemin meşgul edici ve çoğu zaman içi boş delilsiz ve mesnetsiz bilgi yığınları arasında vakitlerini zayi eden nice kimseler vardır ki, sağlam bir duruş sergileme imkânından mahrumdurlar. Köksüz bir ağaç misali, ufak bir sarsıntıda hemen yıkılıverecek bir konumdadırlar. İnancını, fikrini ve duygularını savunmaktan acizdirler. Bildikleri, günübirlik gazete, internet ve televizyondan edindikleri kîl ü kâlden (dedikodudan) ibarettir.
Sağlam bir Müslüman şahsiyetin inşası, öncelikle yukarıda ifade ettiğimiz temel kaynaklarla buluşmaktan geçer. Her toplumda bu duruşu sergileyen önder şahsiyetler az ya da çok bulunur. Bu gibi kimselerin gerek yazıları, gerek sohbet ve konferansları, medeniyet ırmağından beslenmek adına son derece önemli kaynaklardır. Böyleleri kimi zaman bir âlim, kimi zaman bir ârif ve kimi zaman da bir fikir ve dava adamıdır. Bizim toplumumuz adına birkaç misal vermek gerekirse, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Ahmed Hamdi Akseki, Mevlânâ, Sezai Karakoç, Necip Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Erol Güngör gibi daha nice isimler sıralanabilir. Her şeyi okuyacak kadar vaktimiz yok. Öyleyse sınırlı ömrümüzü faydalıdan ziyade, en faydalı şeylerle doldurmak ve bereketlendirmek durumundayız.
Adem Ergül 'ın Yazısı.