Bir de Hüzün Var Sahip Çıkılacak!
Aşkı, meselesi, derdi, mesuliyeti olan, düşünen, yorulan insanlar, kahkahayla gülemezler. Hüzün galip gelmiştir onların ruhlarına. Fakirlik, hastalık, çaresizlik, imkânsızlık hallerinde de insana hüzün hali galip gelir. Sürur ve kahkaha, refahın, iktidarın, sahip olmanın, kibrin bir tezahürü gibidir.
ivayete göre, Cenab-ı Allah, Hazret-i Âdem’i yaratırken onun toprağını kırk yıl yağmur altında bırakır. Otuz dokuz yıl, hüzün yağmurları yağar, toprağın üzerine; bir yıl da sürur yağmuru… Bundan dolayıdır ki, denir; insan ruhunda sürurun yerine hüzün hâkim olmuştur.
Nitekim kendisine bir eş yaratılmış olmanın, cennette dilediği gibi yaşamanın sevincini uzun süre yaşayamaz Hazret-i Âdem. İlk günahın pişmanlığıyla gözyaşlarına boğulur; bundan öte, cennetten ve nazar-ı ilahiden mahrum kalır. Yeryüzünde uzun süre, eşinden ayrı yaşar; bir oğlu Habil’in ölümünün, diğer oğlu Kâbil’in katil oluşunun acısını duyar.
Peygamberlerin tarihi hüznün tarihidir. Bu hüzün Hazret-i Yakup’ta ete kemiğe bürünür adeta. Hazret-i Yakup biricik oğulcuğunu götürmek isteyen kardeşlerine: “Onu götürmeniz beni üzer” der; oğlunun başına gelecekleri sezercesine. Bir ömür yaşayacağı hüznün habercisi gibidir bu sözü. Evlat acısıyla yıllar yılı göz yazışı dökerken; “Ben” , der Hazret-i Yakup, “Keder ve hüznümü Allah’a şikâyet ediyorum.” Arz-ı hâl ettiği Rabbi, onun hüznünü, ahir ömründe sürura çevirir.
Hazret-i Fahr-i Âlem hüznün peygamberidir. Hüzün belli ki en çok ona yakışmıştır. Onun hüznü süruruna galip gelmiştir. Zira insan-ı hakikidir O. İnsan-ı kâmildir. Yetim olarak dünyaya gelişi, küçük yaşta anneciğini ve dedesi Abdulmuttalib’i kaybedişiyle, hüznü küçük yaşında tadar daha. Gençlik yıllarında amcası Ebu Talip’te, ilerleyen yaşlarında Hazret-i Hatice’de huzur ve süruru tadar bir nebze. Ancak onların peş peşe gelen ölümleri, esas hüznü yaşatır ona. Risâlet görevi sırasında, kardeşleri Kureyş halkından gördüğü ihanetlerle, ikiye katlanır bu hüzün. İşte bu sebepten “Hüzün Yılı” denir bu yıla.
Medine yılları, bir anlamda sürur yıllarıdır. Ancak orada da amcası Hazret-i Hamza’nın şehadeti, Bi’ri Maûne ve Ric’î olayları onu derinden yaralar. Sık sık Cennetü’l-Baki’ye gider, orada niyazlar edip gözyaşı döker. Ahir ömründe Allah’ın ona lütfettiği oğlu İbrahim’i kaybeder. Onun ardından gözyaşı dökerken “siz de mi ağlıyorsunuz Yâ Rasûlallah” diye sorulduğunda: “Gönül hüzünlenir; göz yaş döker…” buyurur.
Onun hüznünü, Cihar-i Yar-i Güzin’den Hz. Ebu Bekir [ra] tevarüs etmiş gibidir. Allah Rasûlü tarafından namaz kıldırma görevi ona tevdi edilmek istendiğinde, kızı Hazret-i Âişe [ra] : “O çok yufka yürekli birisidir, korkarım ki hüznünden bu görevi tam yapamaz” demiştir. Nitekim onun Hz. Yakub’un dilinden dökülen “Ben, keder ve hüznümü Allah’a şikâyet ediyorum” mealindeki ayeti okuyup gözyaşlarına boğulduğu rivayet edilir.
Rasûl-i Ekrem’in ve Ashab’ın hüznüne zühd ve takva yolunun imamı, Hasan-ı Basri [ra] sahip çıkmıştır. Onun zühd ve takva medresesine “Hüzün Ekolü” adı verilmiştir. O da gözü yaşlı gönlü hüzünlü birisidir. Tanıyanlar onu: “Daima gözü yaşlı, yüzü kederli” diye tarif ederlermiş. Korku ve hüzün konusunda: “İman eden kişinin kaygı ile sabahlayıp akşamladığını” söylermiş. Hasan Kamil Yılmaz’ın yorumuyla; insanı imana kavuşturan tefekkür, korku ve hüzündür. Hüznün temelinde de tefekkür vardır. (H. K. Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 105, 106)
***
Allah Rasûlü’nün bir kez bile kahkahayla gülmemiş olması, en neşeli hallerinde bile tebessümle yetinmesi, gönlündeki o derin hüznün bir işareti değil midir? Aslında bu da insandaki ruh halinde esas olanın hüzün hâli olduğunun, sürurun arızi bir durum olduğunun göstergesi değil midir? Şu halde, sevinç halinin galip geldiği bir insanda fıtrattan bir sapmanın söz konusu olduğunu düşünemez miyiz?
Nitekim Ahmet Haşim şöyle der: “İtiraf etmeli ki, ‘gülüş’ ruhun asil bir faaliyeti değildir. Fikir yaratmakta veya düşman gözetmekte olan adam veyahut sonsuz suya veya gökyüzüne bakıp düşünmekte olan adam gülmez. Aşkın çehresi, hüznün çehresi gibi sakin, ölçülü ve haşindir. Ruh neşe sahasında ancak tebessümün dudaklar üzerinde çizdiği hatta kadar ileri gidebilir. Zira ondan sonra etin kabalığı ve karışıklığı başlar.” (Ahmet Haşim, Gurabahâne-i Laklakân, s. 120)
Evet, aşkı, meselesi, derdi, mesuliyeti olan, düşünen, yorulan insanlar, kahkahayla gülemezler. Hüzün galip gelmiştir onların ruhlarına. Fakirlik, hastalık, çaresizlik, imkânsızlık hallerinde de insana hüzün hali galip gelir. Sürur ve kahkaha, refahın, iktidarın, sahip olmanın, kibrin bir tezahürü gibidir.
Din, insanın yüzünü ahrete çevirir. Dünya hayatının fani bir eğlenceden ibaret olduğunu, sevinilecek yerin ahret yurdu olduğunu ısrarla vurgular. İşte bu sebeple müminler kıyamet günü: “Bizden hüznü gideren Allah’a şükürler olsun!” derler. Yani, dünyadaki hüzün, yerini sürura bırakmıştır artık. Bu sebeple hüzün, şairin dediği gibi, en çok yakışandır bize. Havf ve reca arasında gidip gelen mümine...
***
Müşahhas bir örnek vermek istiyorum burada. Ben Osman Nuri Topbaş Hocaefendi’nin yüzünde hep böylesi bir hüzün görmüşümdür. Satır satır yüzüne yansıyan hüzün, onun aslî hüviyeti gibidir. Aslında insanlara karşı hissettiği büyük mesuliyet duygusunun bir tezahürü gibidir onun bu hüzünlü hâli. Ruh dünyasındaki derin tefekkürün, gönlünün hep ötelerde oluşunun yüz çizgilerine yansıması gibidir.
Ancak onun yeri geldiğinde sürurunu da izhar etmekten geri durmayan bir hâli vardır. 2000 yılının yazıydı. Azerbaycan’dan genç yaşlı bir grup Müslüman geldi. Hocaefendi’yi İlam’da ziyaret ett iler. O gün hiç görmediğim kadar tarifsiz bir sürur hali gördüm üzerinde. Bir coşku bir tebessüm gördüm yüzünde. “Bunlar” dedi o neşeli haliyle, “Azerbaycan’ın ilk meyveleri, ilk manevi ordusu!” Onu bu kadar neşelendiren, yıllar önce atılmış tohumların meyve verdiğini görmekten başka bir şey değildi elbett e.
***
Dücane Cündioğlu bir vicdan muhasebesine davet ediyor bizi ve ikaz ediyor: “Galebe çalanların hüznü mü olurmuş? Kendinden mahrum olanların ödülüdür o. Mülkiyetin değil, özgürlüğün armağanı.” Bu sebeple onun, “bugün Müslümanların yetersizliği nedir?” sorusuna: “Hüzün! Sadece hüzün. Hüznü olmayanın dindarlığından kuşku duyarım. Hüzünden mahrum insan yüreği dindarlaşamaz çünkü” cevabı anlamlı geliyor bana.
Evet, Rasûl-i Ekrem’in, selef-i salihinin hüznünü yaşamaya davet var bu örneklerde. Aslında düşünmeye, dertlenmeye, insan olmaya… Muktedir olmanın, sahip olmaya başlamanın sarhoşluğundan ayılıp gönlü ötelere bağlamaya… Yani ortada “sahip çıkılacak bir hüzün” var!
İmdi, gönlümüze hüznü davet edelim ve divan şairi Rasih’in sözüyle sürura seslenelim:
Dilde gam var şimdilik lütfeyle gelme ey sürur
Olamaz bir hanede mihman mihman üstüne.
Mesut Kaya'ın Yazısı.