Avrupalı Topunu Kimseye Bırakmaz!
Yusuf Toprak
4 yılda bir düzenlenen Dünya Kupası bu sene Brezilya’daydı. Bir nevi, uzun zamandır ekonomik istikrarı ve “Avrupa standartlarına” yakınlaşması sebebiyle verilen bir hediyeydi Brezilya’ya.
Dünya genelinde büyük bir heyecanla başladı Dünya Kupası. Belki bizim için tek heyecan noktası Bosna Hersek’in bu turnuvada yer almasıydı.
Grup maçlarında, bu kupanın öncekilere benzemeyeceğinin sinyallerini görmüştük. İspanya, İngiltere, Portekiz gibi belli bir futbol ekolüne sahip ülkeler birer birer dökülmüşlerdi. Ardından ilk eleme turu ve çeyrek finaller… Şüphesiz turnuvanın en şaşırtıcı hadisesi yarı finallerde yaşanmıştı. Ev sahibi ve turnuvanın en büyük favorisi Brezilya, Almanya karşısında 7-1’lik hezimeti yaşamıştı… Brezilyalı taraftarların tribünlerde ağlamaları, futbolcuların şaşkınlıkları, teknik direktörlerinin kulübedeki şaşkınlığı…
Peki, Almanya bu skoru nasıl karşılıyordu? Kalecileri Neuer, Almanya 7 gol attıktan sonra dahi yediği 1 gole üzülüyor, Mesut 8’inci golü atamayınca kendine kızıyordu. Yani Almanlar için herhangi bir iş günü gibiydi. Şüphesiz, bu “üstün” Alman disiplininin mahsulüydü. Hatta, Dünya Kupası’nın alınması da bu “üstün” disiplin ve çalışmanın ürünüydü. Nasıl mı?
Şöyle ki, yıllar önce, Almanlar aldıkları kötü sonuçlar neticesinde oturup “biz neden bu kupayı tekrar alamıyoruz” diye düşündüler. Düşündükten sonra, kupa kazanacak takımı oluşturan futbolcu jenerasyonu yakalayamadıklarına karar verdiler. Peki bu jenerasyonu yakalamanın yöntemi neydi? Şans mı? Tabii ki hayır, Alman için şans diye bir kavram yoktu. Öyleyse bir makine misali futbolcu üretmeliydi. Bunun için de futbol kulüplerine birtakım düzenlemeler getirdi. Bunlardan en önemlisi şüphesiz genç oyuncu yetiştirmek için kurulan akademilerdi.
Kurulan akademiler, bir jenerasyon sonrasında ilk mahsullerini vermişti. Dünya çapında yetenekli futbolcular, Alman kulüplerinden çıkıyordu. Şimdi sırada bu oyuncuların bir arada, yine bir makine düzeni içerisinde oynayabilmesi gerekiyordu. Bunun için de milli takımlarını bir istikrar abidesi haline getirmelilerdi. Öncelikle takımın başına Joachim Löw’ü getirmişler ve önceki turnuvalarda her defasında kupaları İspanyollara kaptırmalarına rağmen ondan vazgeçmemişlerdi. Joachim Löw ise takımın başında katıldığı ilk turnuvadan itibaren kadronun omurgasını oluşturmuş ve hiç bozmamıştı. Böylece yetenek, disiplin ve istikrarla buluşmuştu. Neticesi: Dünya Kupası’ydı.
Fark ettiniz mi bilmem, Almanya’nın bu yöntemi ilk uygulayışı değildi bu. Tarihleri 1945’e sardığımızda karşımıza İkinci Dünya Savaşı mağlubu perişan Almanya çıkar. Bugün ise Avrupa’nın ekonomideki lokomotifi… Nasıl o halden bugüne geldiler? Tabii ki disiplin ve istikrarla…
Gelin bir de Brezilya takımına göz atalım. Bu sene onların takımında da büyük bir değişiklik göze çarpıyordu. Neydi bu değişiklik? Teknik direktörleri Felipe Scolari, kadro seçiminde bir kriteri öncelemişti: Oyuncuların Avrupa’da ve Avrupalı gibi oynaması. Yani bir nevi lejyonerlerden bir takım kurmuş ve Brezilya’nın kendine has şova yakın futbolunu daha disiplinli yani daha Avrupai hale getirmeye çalışmıştı. Neticesi: 7-1’lik tarihi hezimet…
Yani neymiş? Avrupalı, topunu Brezilyalıya bırakmazmış. Yalnızca Brezilyalıya değil, kimseye bırakmazmış. Onla rekabeti onun gibi olarak değil, kendin olarak vermeliymişsin… Böyleymiş Avrupalının sistemi…
GENÇ'ın Yazısı.