İnsan Düzelirse Sokak da Düzelir!
Hikmet Sâmi Ay
Osmanlı tarihi, yakın tarih, biyografi, hâtırat, medya ve kişisel gelişim sahalarında yayınlanmış 40 kitabı bulunan, yurtiçi ve yurtdışında gerçekleştirdiği konferanslarıyla büyük beğeni toplayan, “İbrahim Refik” müstear ismiyle yazılarını kaleme alan İbrahim Atay ile kültürümüzdeki sokak âdâbı üzerine konuştuk...
Kültürümüzdeki -özellikle Osmanlı’da- sokak âdâbı nasıldı? İnsanlar nasıl bir ruh ikliminde ve sokak kültüründe yaşardı? Ya da şöyle soralım: Eski sokakların dili olsa, bize neler söylerlerdi?
Öncelikle şunu ifade etmeliyim. Biz “Medine”den “medeniyet” üretmiş kadim bir birikimin çocuklarıyız. Aynı şekilde “medeniyet” mânâsında dilimize yerleşen “uygarlık” da, atalarımız Uygurlar’dan bize mirastır.
Eskiler çok anlamlı olarak “İnsan yediği gibi yaşar, yaşadığı mekân gibi düşünür.” derler. Bu çerçevede mekan kavramının büyük halkası şehir, bir anlamda medeniyetin özüdür. Onun küçük halkası, mütemmim cüzü mahalle ve sokağı da bu çerçevede düşünebiliriz. Bu anlamda sokağın fotoğrafı o milletin medenilik derecesini gösterir diyebiliriz.
Osmanlı dediğimiz zaman toplumsal sermayesi alabildiğine zengin bir devletten söz ediyoruz. Bu güzide insanların asırların imbiğinden süze süze oluşturduğu bir mahalle kültürünün elbette ki kısa sürede dışarıdan gelen insanları filtreden geçirerek bedevi olmaktan çıkarıp haderileştirmesini normal karşılamamız gerekir.
Dönemin İstanbul’u için, sokakta biri edebe aykırı bir harekette bulunduğunda, o şahsa “Başka İstanbul yok!” diye ikazda bulunulduğunu tarihi kaynaklar ifade ediyorlar. Yani şunu demek istiyorlar, “Burası öyle özel ve güzel edeb insanlarının yaşadığı bir şehir ki, sen burada kendini terbiye edemezsen, başka hiçbir yerde edemezsin.”
Hatta, Anadolu’dan ticaret için Payitaht’a gelen insanların memleketlerine geri döndüklerinde, arkadaşlarıyla bir mesele müzakere ederken, “Ben bu meseleyi sizden iyi bilirim. Çünkü bugüne bugün ben İstanbul kaldırımı çiğnemiş adamım” dedikleri yine hatıratlarda kayıtlıdır. Bu öyle kolay kolay ulaşılabilecek bir seviye değildir. Yüksek bir kültür ve ulvi bir hayat felsefesi gerektirir.
Osmanlı mahallesi hakikaten çok orjinal yapılanmadır. Hem asayiş bakımından, hem de sosyal hayat açısından kolektif bir anlayışa dayanır. Adeta küçük bir devletçik gibidir. Bu sistemde mahalleli, zincirleme olarak birbirine kefil olduğundan mahallede meydana gelen öldürme, yaralama gibi hadiselerde, hadisenin faili bulunamadığı takdirde, bütün mahalleli sorumlu tutulur ve mağdur tarafa ödenmesi gereken diyet mahalle sakinlerine paylaştırılır.
Bunun yanında meydana gelen bir hırsızlık hadisinden ve bundan doğan zararın ödettirilmesinden mahalle halkı sorumludur. Bundan dolayı mahallede bir asayişsizlik ve gayri ahlakilik olmaması için herkes dikkat ve gayret gösterir, böylece tabii bir otokontrol sağlanmış olur. Neticede salih bir daire oluşur ve devlet, insanına kazandırdığı bu mesuliyet şuuru ve ahlak anlayışıyla uçsuz bucaksız topraklarında huzuru sağlamış olur.
Osmanlı’da mahalle ve sokak, aileden sonra insanın karakterini şekillendiren ana unsurlardan biri olmuştur. Çocuğun hafızasında küçük yaşlardan itibaren mahalle bakkalı, mahalle imamı, mahalle kahvesi vs. yer eder. Bundan dolayı bugün negatif anlamda kullandığımız “mahalle baskısı” kavramının Osmanlı’da pozitif anlamda yansımalarını görürüz. Çocuk veya genç sokakta eğri bir davranış sergilediğinde doğrultacak birçok unsur vardır. Böylece yaşadığınız ortam ister istemez size kendi rengini verdiğinden olgunlaşa olgunlaşa adeta tabii olarak yüksek bir sokak kültürü oluşmuş olur. Öyle ki bu kültür, bırakın sokakta serkeşlik yapmayı mesela, yolda yürürken önünüze bir ihtiyar geldiğinde onu selamladıktan sonra izin istenen, ondan da “Geç oğlum ben yavaş yürüyorum!..” deyip müsaade edilmeyi gerektiren birçok zarif geleneği üretir.
“İstanbul Efendisi” şeklinde tâbir edilen o güzide insanların sokakta öne çıkan fârik vasıfları nelerdi?
Osmanlı İstanbul’unu, geniş imparatorluk coğrafyasının her sahadaki nitelikli insan gücünün aktığı bir merkez olarak düşünmek gerekiyor. Böyle olunca haliyle bu seçkin tabakanın İstanbul’da kendine has kültür, birikim ve yaşama biçimi oluşturmasını tabii kabul etmeliyiz. Bu da haliyle “İstanbul efendisi” tâbir edilen tipolojiyi meydana getiriyor. Bu tipolojinin en bariz vasfı, eşref-i mahlukat olan insan olmanın manasını kavraması, dolayısıyla söz ve davranışlarının da bu kavrayışın bir yansıması olarak zarafet ve nezaket yörüngeli olmasıdır.
İstanbul efendisi, kendinden bahsetmek zorunda kaldığında emrinize âmede kişi anlamında, “bendeniz” tabirini kullanmaktan tutun, karşısındakine “zat-ı âliniz” diye hitap etmeye kadar, nerede nasıl konuşulacağını ve davranılacağını çok iyi bilen insandır.
Hatta bu güzel insanlar, sokakta galiz bir küfür veya çirkin bir söze muhatap olunca bile, “Sizi küfür edecek kadar küçük bir mevkiye düşürdüğüm için özür dilerim” diyebilecek kadar nefis terbiyesini içselleştirmiş insanlardır.
Eski sokak kültürümüzle/hâllerimizle şimdiki sokak kültürümüzü/hâlle şimdiki sokak kültürümüzü/hâllerimizi kıyasladığınızda müspet ya da menfi manada ne gibi değişiklikler, farklılıklar görüyorsunuz?
Çok süratli bir şekilde, huzur kokulu geçmiş zamanlardan hız ve haz eksenli ahir zamanlara doğru gittiğimiz bir gerçek. Son birkaç asırlık değer erozyonuna parelel, şehrimizi, mahallemizi, sokağımızı ve evimizi maalesef kaybettik. Tevazu yörüngeli yatay mimarimizin yerini, kibir yörüngeli dikey Firavni mimari aldı. Artık sevinci ve hüznü paylaştığımız komşularımız yok. Birbirinden habersiz yalnız kalabalıkların yaşadığı gökdelenlerimiz var. Herkesin sosyal statüsüne göre gettolaştığı özel korumalı sitelerimiz var. Attila İlhan “Şehirlerimizde minarelerimiz de olmasa Müslümanların yaşadığına delalet eden bir hiçbir şey yok.” derken bu durumu özetliyor.
İster görmezden gelelim, ister itiraf edelim kutsalı göz ardı edişimizin, dünyevileşme hırsımızın bedelini ödüyoruz, daha da ödemeye devam edeceğiz gibi gözüküyor.
Temel bir zihniyet değişimine gitmeden bu problemlerimizin altından kalkmamız mümkün görünmüyor. Kalıcı içtimai bir değişim kolay değildir ve üç nesil gerektirir. Yeniden iman etmemiz, yeniden insandan başlamamız gerekiyor. Şikayet ettiklerimizden kurtulmak için arzu ettiğimiz değişim içten dışa; insan, ev, sokak, mahalle, şehir, ülke biçiminde olmak zorunda. Tersi yapılan bütün çabalar beyhude uğraştır. Bu peygamberi metoddur.
Çarpık şehirleşmeden şikayet etmenin bir anlamı yok. Onu duygu ve düşüncesi çarpıklaşan insanlar inşa etti, yani biz inşa ettik. İnsanı düzeltirseniz, ev de, sokak da, şehir de, ülke de düzelir diye düşünüyorum.
Eski zamanlarda, sokaktaki kabadayıların bile bir “âdâba” sahip oldukları, bazı konularda çok hassas davrandıkları söyleniyor. Bu mesele hakkında duygu ve düşüncelerinizi paylaşır mısınız bizimle?
Öncelikle Osmanlı’daki kabadayılığın, bugün zihnimizdeki “kabadayı” algısından farklı olduğu ifade etmek gerekiyor. Eski kabadayıların, genel itibarıyla her türlü kötülükten uzak duran, yiğit, iyi yürekli, yardımsever insanlar olduğunu söyleyebiliriz. Onlar bir anlamda şehirlerin şövalyeleridir. Kendilerini mahallenin düzenini sürdürmekten sorumlu sayarlar. Özellikle mahallenin namusu onlardan sorulur, kızları ve kadınları ayaktakımının kötü davranışlarından korurlar, erkek çocuklarının kötü alışkınlıklar edinmelerini önlemek için zararlı yerlere gitmelerine engel olurlar.
Kendilerine mahsus kanunları, adetleri ve raconları vardır. İsmet Gülnihal, Hokka Gibi kitabında İstanbul’un meşhur külhanbeylerinin, tulumbacılarının bile terbiye ve nezaketleri ile övündüklerinden bahseder.
Ahmet Yüksel Özemre de, çocukluğunun Üsküdar’ını anlatırken oranın külhanilerinde bile bir edebin bulunduğunu ifade ediyor. Dahası bütün esrarkeşlerin, sarhoşların mahalli olan Üsküdar Balaban’da yolda bir kadın geçtiğinde, o ayak takımının sigaralarını avuçlarının içine alıp hanımefendi ile göz göze gelmemek için duvara yan döndüklerinden bahsediyor.
Biraz ironi gibi olacak ama, bugün sokaktaki bazı insanların davranışlarını gördükçe keşke onlara kabadayı âdâbı öğretebilsek diyesimiz geliyor...
GENÇ'ın Yazısı.