Suriyeli Sığınmacılar ve Merhamet Yorgunluğu
Kültürümüzdeki misafirperverliğin de etkisiyle, ‘öteki’, düşmanlaştırıcı ve dışlayıcı davranışın temeli değildir. Büyük zıtlıkların olmadığı yerde küçük farklılık abartılmaya müsaittir. Yapılması gereken merhamet yorgunluğu taşıyan insanımıza merhamet aşısı yapmaya devam etmektir. Bu soylu duygunun kutlu cümlesi de ‘acınız acımızdır’ olmalıdır.
irleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, iç savaşlar, çatışmalar ve şiddet olayları nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalanların sayısının, 2014 yılında bir önceki yıla göre 6 milyon artarak 51,2 milyona ulaştığını rapor etti. Kaldı ki bu rakam 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana en yüksek seviyeye çıkmış durumda. BM raporuna göre mültecilerin %86’sına gelişmekte olan ülkeler ev sahipliği yaparken, sanayileşmiş ülkeler sadece %14 gibi küçük bir gruba sığınma hakkı veriyor. Rapora göre 2,5 milyondan fazla Afgan mülteci bulunuyor; bunu 2,4 milyon Suriyeli ve 1,1 milyon Somalili mülteciler izliyor. Diğer yandan BM’nin raporunda yer almayan, yerlerinden edilmiş, ancak ülkesini terk etmemiş ya da edememiş 33,3 milyon insan bulunduğu tahmin ediliyor. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanılan ‘mülteci’ ile ‘sığınmacı’ kavramları farklı anlamlara geliyor. Mülteci, sığınma başvurusu olumlu sonuçlanan ve o ülkede mülteci olarak kalmasına izin verilen, dolayısıyla birtakım hakları elde etmiş olan kimseleri niteliyor. Mültecilik hukuksal bir statüyü, sığınmacılık ise daha çok fiili bir durumu ifade ediyor. Ülkemizde yetkililerin, Suriye’den gelen insanlara ‘misafir’ tanımlaması yaptıkları görülüyor, ancak literatürde böyle bir tanım olmadığı için bu insanlar fiilen sığınmacı durumundalar.
Kur’an-ı Kerim’de Medine’yi daha önce yurt edinmiş Müslümanların, kendilerine göç eden Muhacirlere karşı sevgileri övülür. “…onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler; kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar…” (Haşr-9) Tarihimiz ve imparatorluk tecrübemiz, sığınanlara kucak açışımızın örnekleriyle doludur. İspanya’dan ölümden kaçan 300 bin Yahudi’nin İstanbul’a getirilmesi erken örneklerden biridir. Yakın tarihlerde Balkanlar’dan ve Orta Asya’daki zulümlerden kaçan milyonlarca insan bir kurtuluş yeri, anavatan olarak Türkiye’ye sığınmışlardır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Balkanlar’dan Türkiye’ye gelen Bulgaristan kökenli soydaşlarımız ve Yunanistan kökenli 400.000 Türk burada sayılabilir.
Suriye’de üç yıla yakın süredir devam eden savaş nedeniyle 6,5 milyon kişi yerlerinden oldu. Türkiye’de sayıları şu an 1,2 milyon olan ve her geçen gün artan sığınmacıların, sadece 220 bini barınma merkezlerinde ve kamplarda kalıyor. Sığınmacıların ağırlıklı olarak barındığı Maraş, Adana ve Antep illerinde son günlerde yerli halk ile sığınmacılar arasında gerginlik yaşanmaya başladı. Bir takım münferit olayların neden olduğu kontrolsüz öfke patlamaları, Suriyelilerin kendilerine ve işyerlerine saldırıya dönüştü. Söz konusu şehirlerde, Suriyelilerin yoğun yaşadığı mahallelerde, Suriye plakalı araçlar, Arapça ibarelerin bulunduğu dükkânlar hedef haline getiriliyor. Çoğu zaman ‘Türkiye bizimdir.’ sloganı ile başlayan bu saldırılar, ‘provokasyon’ demekle açıklanamayacak kadar ağır sosyolojik gerçekleri de gün yüzüne çıkarmaya başladı. İnsan Hakları ve Mazlumlar için Dayanışma Derneği’nin hazırladığı “Kamp Dışında Yaşayan Suriyeli Kadın Sığınmacılar” başlıklı rapora göre, Türkiye’ye sığınan kadınlar ucuz işgücü, fuhuş ve ikinci evlilik için kullanılıyor.
Kilis 7 Aralık Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. M. Ruhat YAŞAR’ın, “Kilis’te Sığınmacı Algısı” başlıklı araştırmasında, devletin ve yardım kuruluşlarının Suriyelilere yaptığı yardımı %27 oranında olumsuz bulanlar, bu yardımların kendi insanımıza gitmesi gerektiğine inanıyor. Yine aynı araştırmada Suriyelilerle birlikte yaşamayı halkın %74’ü, ‘memnun değilim’ diye cevaplamış. “Onların başına gelen hepimizin başına gelebilir, benim de başıma gelebilir.” duygusuyla Suriyelilere duyduğumuz merhamet bizi onlara yakınlaştırıyordu. Türk insanı, sığınmacıların ilk geldiği dönemlerde onlara çok içten yardım etti. İnsanlar din kardeşliği vesilesiyle bu insanlara evlerini açtı, giysi ve eşya yardımında bulundu, ancak hem sayı hem de organizasyon yetersizliği nedeniyle hep bir şeyler yetersiz kaldı. Yardımların hepsi değerliydi, ancak bunların çoğunun sürekliliği olamadı. Kimin daha öncelikli ihtiyacı olduğu bilinemediğinden sadece kısa gözlemlere, değerlendirmelere göre bu yardımlar dağıtıldı. İnsanların bir kısmı bu yardımların başka sığınmacıları da çekeceği endişesini taşıyor. Suriye’den gelen insanlara başta acıyarak bakan insanımız bu duyguyla onlara giyecek, yiyecek ve barınma yardımda bulunurken, şimdi git gide onlara mesafe koyarak uzaklaşıyor. Savaş uzadıkça bölgedeki belirsizlik önce Suriyeli sığınmacılarda, ardından kendi insanımızda bir bıkkınlık ve yorgunluk oluşturmuşa benziyor. Zamanla yorgunluğa dönüşen ve rutinleşen bu ilk yardımlarla ‘bir şeyler yapalım iyimserliği’, sığınmacıların sayı ve yoğunluğu arttıkça değişti; yavaş yavaş ilgisizliğe hatta bir şeylerin değişmediği görüldükçe, moral bozukluğuna ve kızgınlığa dönüştü. İnsanlar, sığınmacıların söz konusu yardımları hak etmediklerine ilişkin tavır ve davranışlarının olduğunu düşünmeye başladı. Öte yandan artık yardımlarla bu işin götürüleceğine olan inanç kaybedilmek üzere. Özellikle sığınmacıların yoğun olarak bulunduğu Urfa, Maraş, Antep, Kilis gibi illerde yaşayan insanlar kendilerini sıkışmış, daralmış ve ihmal edilmiş olarak görüyor ve Suriyeli sığınmacıları artık ötekileştirmeye gidiyor. Sığınmacılara yapılan yardımların diğer yoksul ve dar gelirli aileleri kızdırması, sığınmacıların ötekileştirme araçlarından birini teşkil ediyor. Suriye’den gelen Çingenelerin ve benzeri sorunlu grupların yaşam tarzları ve sürekli dilenmeleri de toplumu rahatsız eden unsurlar arasında sayılabilir. Ruhat Yaşar tarafından “toplumsal otizm” olarak nitelendirilen bu durum, ön yargı, ötekileştirme ve gerginlik oluşturmaktadır.
Zaman geçtikçe, Suriye’deki iç savaşta bir şeylerin değişmediği algısıyla, yardımlarda ciddi bir azalmanın, duyarsızlaşmanın olduğu görülmektedir. İnsanımız bir yandan merhamet yorgunluğu yaşarken bir yandan da çaresizlik hissine kapıldı. Yardımlardaki düzensizlik ve dağınıklık da sorun oluşturuyor. Irkçı düşünceler, ayrımcılık, kimlik kaygısı, ekonomik nedenler ve iç politika hesapları bu yorgunluğu kronik hale getiriyor. Kültürümüzdeki misafirperverliğin de etkisiyle, ‘öteki’, düşmanlaştırıcı ve dışlayıcı davranışın temeli değildir. Büyük zıtlıkların olmadığı yerde küçük farklılık abartılmaya müsaittir. Yapılması gereken merhamet yorgunluğu taşıyan insanımıza merhamet aşısı yapmaya devam etmektir. Bu soylu duygunun kutlu cümlesi de ‘acınız acımızdır’ olmalıdır.
Ali Can'ın Yazısı.