Hangi hâdiseyi anlatıyor, hangi cümleyi zikrediyorsam, hayâtında belki de ilk kez duyduğu bu mevzulara karşı gözleri büyüyerek, hayret içerikli tepkiler gösteriyordu.

Durup durduk yerde, “Ben hiç belâ anmam.” dedi.

“Sen Yâkup peygamberi tanır mısın?” dedim, “Hiç duymadım.” dedi.

İçim yandı. Karşımda, 15. gününde, hiç tutmamış olmamak için bugün Ramazan orucuna niyet etmiş ve dışarının sıcağından, kendisini şu an teflon tavada eriyen margarin gibi hisseden, bitkin bir Müslüman vardı.

O an, vakti girmiş bir namaza karşı vazifem neyse, onun gibi, karşımdaki kişiye, vakti geçmeden ve kuş, konduğu daldan yükselmeden, hikmet lokmalarının süslediği bir sofra kurma zarûreti hissettim.

Muhtasar bir şekilde Yâkup ve özellikle Yûsuf Peygamber’i anlatmaya çalıştım.

Yâkup peygamberin, oğlu Yusuf’u kendi ağzından çıkan bir belâ kaçamağı ile kaybettiği hâdisesi ile başlayan mevzûlar nerelere gitti nerelere...

Kuyu meselesinden sonra genç Yusuf’un köle pazarında satılmasını anlattıktan sonra, “Zâten Yusuf A.S., daha önceleri aynaya baktığı bazı zaman, gülümser ve ‘bir köle pazarına düşsem, herhalde iyi para ederim’ diye kendi kendine takılırmış.” dediğimde, “Aman Allah’ım, bu kadar yani!..” deyiverdi.

Hangi hâdiseyi anlatıyor, hangi cümleyi zikrediyorsam, hayâtında belki de ilk kez duyduğu bu mevzulara karşı gözleri büyüyerek, hayret içerikli tepkiler gösteriyordu.

Birden, “O zaman namaz var mıymış?” diye bir soru sordu. “Aslında bize çok ağır gelebilir ama istersen o zamandan bir namaz menkıbesi de anlatabilirim.” dedim, “Pek tâkatim kalmadı ama çok iyi olur.” dedi. :)

Anlatmaya başladım:

Yâkup (a.s.) bir gün, namaz kıldığı esnâda, secdedeki gözlerini, sadece bir lâhzâ, bir muhabbet aksi ile secde yerinin yanında, kundağında uyuyan oğlu Yusuf’a yöneltti ve hemen secde yerine yeniden yöneldi.

O an, kendisine şöyle denildi:

“Ey Yâkup! Sen nasıl ki, bizim huzurumuzda, bütün dikkat ve rikkatini bize arz etmen gerekirken, muhabbetini, bir an da olsa, sana ancak bir dünyalık olarak verdiğimiz evlâdına yönelttin ya; işte âhir zamanda biz, o çocuğun vesilesiyle senin gözlerini, senden alacağız.”

Birden ayağa kalktı, çok acı bir şekilde gülümsedi ve “Ben müsade isteyeyim, bu kadar yeter.” dedi.

Ayak üstü, son dakikalarımızda, uğurlama cümlelerinde, bu sefer benim ziyaretimle, tekrar görüşebilme temennileri esnâsında, “-Sana son bir kıssa daha anlatayım mı?” dedim, “Hay hay, nasıl olsa ben bitmişim, vuur!..” dedi. :)

Başladım..

Yusuf Peygamber’i uzun zamandır görüşemediği çok sevdiği bir dostu ziyarete gelmiş.

Mübarek peygamber, dostuna demiş ki, “Seven, sevdiğinin yanına gelirken eli boş gelmez, söyle bakalım, buraya, yanıma gelirken, bana hediye ne getirdin?”

Dostu bükmüş boynunu ve:

“Ey Yusuf!.. Benim nazarımda, getirilen hediye, kendisine hediye getirilen kişiden daha değerli olmadıkça hediye hükmü taşımaz. Ben âlemde senden daha güzelini görmedim ki onu sana hediye diye getireyim. Ama yine de eli boş gelmiş olmamak için şu küçük hediyeyi alıverdim yanıma..” diyerek Yusuf Peygamber’e bir küçük paket uzatmış.

Kutlu peygamber, açtığı paketin içerisinden bir aynanın çıktığını görüp, gülümseyen bakışlarını dostunun muhabbet dolu gözlerine akıttığı anda o aziz dost:

“En azından kendin kadar güzelini gör diye..” deyiverir..

Ben de misafirimi, “Ben de senin yanına gelirken bir ayna alır gelirim.” diyerek uğurladım. :)


Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.