Cinque Terre, İtalya’nın kıyısına sıkışmış beş sevimli köy. Gezmeye Riomaggiore’dan başladım. Yol boyunca ellerim sinirden titrerken camdan uçsuz bucaksız denizi seyrettim. Güneş suyun üstünde ışıldıyordu. Trenden inerken yosun ve iyot kokusu doldu genzime ve Akdeniz’in rüzgarı tüm sıkıntılarımı sildi.

Kendime benzeyen, eskimiş anılarla dolu, ne çok yer ne çok köşe buluyorum. Boyaları dökülmüş eski bir kayık, yağmur sularıyla yıkanmış bir palmiye, banka karalanmış tanıdık bir isim. Böyle anlarda akıp giden kalabalığa rağmen sessizleşir, yalnız kalırım. Koya süzülerek giren beyaz boyalı, geniş kamaralı yatlar yabancı, ben yelkenlileri severim. Rüzgarla yol alan katamaranları.

Tahta panjurları açtığımda güneş her şeyi görünmez kıldı. Dünya bir an için beyaz ve parlaktı sonra kalenin görüntüsü belirdi ve sıra sıra dizilmiş yelkenliler. Beli bükülmüş yaşlı bir adam şarkı mırıldanarak itinayla kıyıdaki masaları hazırladı. Turist otobüsleri ve feribot daha gelmediğinden tenhaydı Portofino. Tepeleri saran ağaçlar denizin rengine yeşil çalmış, baharın kokusu havaya karışmıştı. Güneşin beni şımartmasına izin vererek terasta oturup, telaş etmeden çayımı yudumladım. Ne yetişmem gereken bir uçak ne de okumam gereken dosyalar vardı. Dalida’nın sesinden dinledim şehrin türküsünü ve dar sokaklarda yürürken kah bir kedi yavrusunun peşinden tepelere tırmandım, kah pizza kokusunun kaynağını aradım. Köpük köpük kabaran dondurmalar İtalyanların, sıcak bir kahve ise benim vazgeçilmez tutkumdu.

İtalya trenle gezilir. Rayların üstünde tatlı bir mırıltıyla ilerleyen bu tırtıl bana gemiden daha romantik görünür. Tünelin ucundan başını uzatmasını, küçülerek uzaklaşmasını ve kızgın düdüğünü sever, artık tütmeyen bacasını, etrafını saran dumanı özlerim. Denizin hemen kıyısındaki istasyon hafta sonu olmasına rağmen o kadar da kalabalık değildi ve bu tenhalık hırsızları yıldırmamıştı. Kapılar kapanmadan hemen önce donuk bakışlarından tanıdım suçluyu. Bir ölü kadar soğuktu. Ne çantamın açılışını ne de ona dokunan elleri hissetmiştim. Çantam boştu. Onu yakalayıp, paramı aldığını söylediğimde İtalyanca bağırarak kaçmaya başladı. Peşinden de arkadaşları. Ne zaman montundan sıyrılıp koşmaya başlamıştı bilmiyorum. Bir anda atladım trenden. Eski püskü çantasını yere attı beni oyalamak için ve rayların üstünden karşıya geçti. “Polis, polis” diye bağırmama uyanan genç bir İtalyan yakalayıp tartakladığında hiç kimsenin bakmaya cesaret edemeyeceği bir yerden paraları çıkarıp etrafa saçtı. O bir ölüydü para için harama uzanan.

Cinque Terre, İtalya’nın kıyısına sıkışmış beş sevimli köy. Gezmeye Riomaggiore’dan başladım. Yol boyunca ellerim sinirden titrerken camdan uçsuz bucaksız denizi seyrettim. Güneş suyun üstünde ışıldıyordu. Trenden inerken yosun ve iyot kokusu doldu genzime ve Akdeniz’in rüzgarı tüm sıkıntılarımı sildi.

Begonviller sarılmıştı ağaçlara. Tezgahlarda keten gömlekler, elişi örtüler, yamru yumru limonlar. Geç kalmıştım ve manzaralı kahvelerde boş masa kalmamıştı. Restoranlar tıklım tıkış doluydu. Deniz kenarına kadar yürüdüm ve bir bilet alıp motorun üst katına çıktım. İtalyan köylüler, Fransız turistler, Rus gezginler, okul kıran gençler sıra sıra dizildik banklara. Balıkçı köyünden uzaklaştıkça rengarenk boyalı binalar tepelerin üstünde daha da belirginleşti. Köyünden günlerce ayrılan hasret dolu balıkçılar artık yok. Ama evler hâlâ rengarenk. Bir adam gecenin yalnızlığında yağmur yüzünü ıslatıp yuvasının sıcak kokusunu hatırlatırken umutla topladı eskimiş ağı. Nasırlaşmış parmakları yorgun ,göz kapakları uykuya yenik günün ilk ışıklarını bekliyordu. Geçen yaz evini turuncuya boyamıştı. Karısının saçlarını ve güneşin doğuşunu hatırlatan renge. Sıradan bir turuncu seçmemişti. Birkaç boyayı karıştırıp duvarlar sevdiğinin saçına benzeyene kadar saatlerce oynamıştı renklerle. Bindiğim motor Manarola’da durdu. Yeni bir yer görme heyecanıyla inenlerin yanı sıra aceleyle, kim bilir belki de kaptan onları görmeyip gider korkusuyla daha merdivenler boşalmadan motora atlayanlar oturacak yer ararken ben evde yalnız eşlerini bekleyen kadınları düşünüyordum. Onlar evlerinden uzaklaşıp dalgaların arasında bir görünüp bir kaybolan karartıları nasıl tanımışlardı? Kime el sallamış, kimin arkasından dilek ağacına çaput bağlamışlardı? Renkli evlerin panjurları açıktı. Birinden beyaz tül perdeler dışarı sarkmış uçuşurken diğerinden yarı beline kadar uzanan yaşlı kadın aşağıda top oynayan çocuklara sesleniyordu. Bir an dönüp baktı açık denize ve boynundan çıkardığı turuncu şalı salladı. Ufukta ne bir balıkçı teknesi ne de bir kayık vardı.


Hande Berra'ın Yazısı.