Furkan geçip giderken hepimizin boynuna bir farkındalık astı da gitti. O farkındalık, bir bedevi saflığındaki sadakatin modern zamanlarda nasıl olabileceğinin cevabıdır. Furkan bu anlamda hepimizin yüreğini burgu gibi delmesi gereken “nasıl” sorusunun cevabıdır. Bu anlamda Furkan’ımız artık derdimizin Furkan’ıdır. Kendi derdi ile ayağa kalkıp o kadar güzel bir finale imza atmıştır ki bize bir kere daha kendimizi, derdimizi ve sadâkat imtihanımızı fark ettirmiştir. Derdimizin Furkan’ı, ismiyle müsemma olarak terk eylediği şu dünyada dönüp dönüp hatırlanacak, sadece bizi değil, bizden sonraki nesillere de farkındalıklarını hatırlatacak bir fark makamına erişmiştir.

Bir bedevi, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem seferdeyken geldi, O’na iman etti. Sonra beraber hicret etmek istediğini söyledi, kabul edildi. O gün akşama kadar savaş oldu. Akşam ganimetler paylaşıldı. Allah Rasulü “bedeviye de payını verin” buyurdu. Bedeviye götürüp hakkını verdiler. Bedevi “bu nedir” diye sordu. “Allah Rasulü’nün senin için ayırdığı hissedir” dediler. Bunun üzerine bedevi Peygamberimizin yanına geldi ve dedi ki: “Ben sana bunun için tâbî olmadım. Ben sana, atılan bir ok gelsin, tam boğazımı bulsun ve bununla ölüp cennete gireyim diye tâbî oldum.” Peygamber Efendimiz: “Eğer sözünde sâdıksan, Allah da sözünde sâdıktır” buyurdu. Ertesi gün oldu, yine savaştılar. Akşam bedevinin naaşını buldular. Tıpkı tarif ettiği gibi, bir ok boğazından, hem de gösterdiği yerden girmişti. Efendimiz haberi alınca dedi ki: “O sözünde sadâkat gösterdi, Allah da ona sadâkat gösterdi.” Sonra cübbesini kefeni yaptılar, namazını kıldırdılar, el açıp uzun uzun dua ettiler. Duası sırasında bir ara şöyle dedikleri duyuldu: “Allahım! Bu senin kulundur. Senin yolunda hicret etti, savaştı ve şehit olarak öldürüldü. Ben şâhidim!”

Furkan, 19 yaşındaydı. Allah ve Rasulü’ne iman etmişti. Sabah akşam ganimetlerin paylaşıldığı, nimetlerin yağmur gibi yağdığı bir  ortamda dönüp “ben bunun için gelmedim, ben şehit olmak istiyorum” dedi. Hâlbuki ganimetten payını henüz almamıştı bile. Ona kimsenin: “Eğer sözünde sâdıksan, Allah da sözünde sâdıktır” buyurmasına gerek yoktu, çünkü zaten bunu söyleyen böyle söylemişti. Daha kim ne söylesin, daha kim ne desindi? Furkan ilk fırsatta sözünü yerine getirmek için harekete geçti. Sadakatini ispat için yapması gerekenin adını koyacaktı. Mavi Marmara’ya bindi ve gemiye baskın yapan zalimlerle yüzleşti. Silahsız ve masumdu ama kimin karşısına niye çıktığını çok iyi biliyordu. Sadakatini ispat edecekti. Etti de… Şehit oldu. Artık ona kimsenin “O sözünde sadâkat gösterdi, Allah da ona sadâkat gösterdi” demesine gerek yoktu. Bu zaten söylenmişti, hüsnü zannımız odur ki Furkan da bu sözün muhatabı olmuştu.

Hepimiz bir sadakat imtihanındayız. Sadakat sözümüzü hep hatırda tutmaktadır. Biz O’na bir söz verdik. Ferd olarak gönderildiğimiz şu dünyadan ferd-i ferid olarak ayrılmak zorundayız. Furkan o sadakat imtihanının adını kendisi koydu. Sözünde o kadar sâdıktı ki sadâkatinin test edildiği sürece hemen giriverdi. O sözünde sâdıktı, Allah da sözünde sâdıktı. Allah’la alışveriş yapıp da kim kaybetmiş, kim hüsrana uğramıştı? Furkan’ın eriştiği şehâdet makamı bir sadâkat armağanıydı.

Furkan sadâkat imtihanını, hepimizin şahâdetiyle alnının akı ile verip gitti. Geride bıraktığı, adından mülhem bir farklılık bilincidir. Hepimize ait bir sadâkat çerçevesi var. Hangimiz sözümüze ne kadar sadığız? Hangimizin Furkan gibi bir sadâkat sözleşmesi yapmaya ne kadar mecali var? “Adını koymak” kimin ne ölçüde harcıdır?

Furkan geçip giderken hepimizin boynuna bir farkındalık astı da gitti. O farkındalık, bir bedevi saflığındaki sadakatin modern zamanlarda nasıl olabileceğinin cevabıdır. Furkan bu anlamda hepimizin yüreğini burgu gibi delmesi gereken “nasıl” sorusunun cevabıdır. Bu anlamda Furkan’ımız artık derdimizin Furkan’ıdır. Kendi derdi ile ayağa kalkıp o kadar güzel bir finale imza atmıştır ki bize bir kere daha kendimizi, derdimizi ve sadâkat imtihanımızı fark ettirmiştir. Derdimizin Furkan’ı, ismiyle müsemma olarak terk eylediği şu dünyada dönüp dönüp hatırlanacak, sadece bizi değil, bizden sonraki nesillere de farkındalıklarını hatırlatacak bir fark makamına erişmiştir.

“Bir gün bir çocuk ayağa kalkabilir. Dişlerini kenetleyip, yumruklarını sıkıp karanlığın ortasına yürüyebilir. Arkasından yükselen “Ne yapıyorsun sen” çığırışlarına, önünden yükselen “Ne yapıyorsun sen” bağırışlarına aldırmadan fütursuzca ilerleyebilir. O öyle tarihin ve çevrenin ve herkesin üstüne üstüne yürürken bizim seslerimiz kesilebilir. Kimimizde yürek hoplatan bir heyecan, kimimizde anlamlı bir sükût ve kimimizde çaresiz bir ıstırap... Hepimiz sadece ve öylece seyredebiliriz. Sonra bir gürültü kopabilir. Ateşin çocuklarından çıkan o beş ateş parçası kulaklarımızı sağır edebilir ve fakat o mübarek inilti kadar yer etmez yüreğimizde. O an sıcacık bir kaç damla kan gelip, soğuk yüzümüze, alnımızın çatına sıçrayabilir. Kalbimiz duramaz yerinde, paramparça olur, belki gözümüzden birkaç damla yaş gelip o asil kan ile birleşir. Sonra ne olur? Şu olur: Yumruklarımız ve kalplerimiz sımsıkı olur. Ve biz bir uykudan uyanırız.

Bir gün bir çocuk ayağa kalkabilir. Dişlerini kenetleyip, yumruklarını sıkıp karanlığın ortasına yürüyebilir. O an karanlıkta bir hareket başlar. Çocuk karanlığa dalar. O siyahlık sanki onu yutmuş gibi olur, çünkü çocuk bir an kaybolmuştur. Ama karanlıkta bir hareket, bir kıpırdanma olmuştur. Karanlık kocaman ağzını açar, sanki kusar gibi, ortasından bir ışık hüzmesi göğe doğru çıkar. O an kılıçla ortadan ikiye yarılmış gibi çatırdar. O ışık huzmesi uzar, göğü de deler, gök ötesi göklere erer. Göklerden, çoktandır irtibatımızın kalmadığı o göklerden bir kapı açılır. O kapıdan bir seyr ü sefer başlar. Gencecik, ter ü taze delikanlılar girer oradan. Meryem misali kızlar girer oradan. Alır o kapı hepsini senin farkınla bezer. Alır o kapı hepsini Furkan yapar. Furkan olan kurtulur. Furkan olan sonsuza yol bulur.

Bir gün bir çocuk ayağa kalkabilir. Dişlerini kenetleyip, yumruklarını sıkıp karanlığın ortasına yürüyebilir. Yürüyebilir ve herkese yaşadıklarının bir yalan olduğunu haykırabilir. Ve bunu öyle saf, öyle temiz ve öyle sade bir surette yapar ki herkes orada öyle şaşkın kalabilir. Duvar gibi yüzlere, boş bakan gözlere ve kurumuş özlere o çocuk bir nazar atar. O an bir diriliş başlar. Bunu öyle klas, öyle şık ve öyle asil bir hareketle yapabilir ki söz yalan olur. Gözlerimizde minnet ve yüreğimizde hayret bize bir hal olur. Mecalimiz kalmaz, ezberimiz bozulur, elimiz ayağımız tutulur. Nihayet kendimize gelip şunu deriz: Aşk olsun gülüm, aşk olsun. Seni bu kadar minnetsiz ve mihnetsiz kılan nedir? Seni bu umarsız ve apansız bahara salan nedir? Nedir sendeki sır gülüm nedir?”

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında Allah’ın lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar. Arkalarından kendilerine ulaşamayan (henüz şehit olmamış) kimselere de hiçbir korku olmayacağına ve onların üzülmeyeceklerine sevinirler.” (Al-i İmran, 169-170)


Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.