“İnsan özgür olmaya mahkumdur.”

Modern zamanların muhtemelen en çok bilinen filozofu. Siyasete dahil olan halk aydını. Asla bir üniversite profesörü olamamış deha. Batı’nın Doğu üzerindeki baskılarına karşı hemen her etkinliğe katılan ve insan haklarını yüksek sesle dile getiren vicdanlı bir entelektüel. Hem krizleri, hem derdi, hem de varoluşsal kaygıları olan bir adam: J. P. Sartre.

Haziran 1905’te Paris’te doğar. İki yaşındayken denizci babası hastalanıp ölür. Babasını gerçek anlamda tanıyamamıştır. Annesinin ailesinin yanında büyür. 12 yaşındayken annesi tekrar evlenir. İsviçre’deki Fribourg Üniversitesi’ni ve Berlin’deki Fransız Enstitüsünü bitirir. Ecole Normale Superieure’de (eğitim kurumlarında memuriyet için girilen sınav) birinci olmasının ardından bir dizi lisede öğretmenlik yaparak kariyerine devam eder. Askerlik görevini Fransız Hava Kuvvetleri’nde yapar. Mayıs 1940’ta Fransa, Hitler tarafından işgal edilince, savaş esiri olarak bir yılını Alman esir kamplarında geçirir. Burada Heidegger’in Varlık ve Zaman (1927) isimli eseri üzerinde çalışma fırsatı bulur ve birlikte kaldığı mahkum arkadaşlarına Husserl’in fenomenolojisini öğreterek vakit geçirir. Bir rahibin yardımıyla sahte sağlık raporu alarak 1941 yılında Alman esaretinden kurtulur.

İspatlanma İhtiyacı Hissetmek

Genelde çocuklar anne-baba sevgisine sığınıp, sevgiyi doğal bir hak, olağan bir durum gibi hazır bulurlar; hatta hayata bu koruyucu duygu aracılığıyla bağlanırlar. Fakat Sartre, böyle bir sevgiyi, böyle bir durumu hiç tanımamıştır. Olağan koşullarda büyüyen çocuklar, çevrelerinden kendilerine gösterilen ilgiyi ve duyulan eğilimi varlıklarının kabul edilmesi, onaylanması sayarlar. Sartre, çocukluk dönemini bir tür misafir gibi yaşadığı için kendini kabul ettirmek zorunda hissetmiş ve hayatının geri kalanında bu durum yakasını bırakmamıştır. Bunu şu sözlerinden anlıyoruz:

“Hiçbir zaman mülkiyet duygum olmadı; hiçbir zaman herhangi bir şey gerçekten benim olmadı. Önceleri büyük anne ve büyük babamla yaşadım; annemin yeniden evlenmesinden sonra da kendimi üvey babamın yanında hiçbir zaman evimde gibi hissetmedim. Çevremdekiler gereksinimlerimi veriyorlardı bana o kadar.” (Walter Biemel, J.P. Sartre, Alan yay., s. 9)

Sartre’ın 8 yaşında büyük bir tutku ve heyecanla ‘romanlar’ yazmaya başladığı söylenir. Daha doğrusu, okuduğu serüven romanlarının etkisinde kalarak, onları taklit eden öyküler kaleme alma girişiminde bulunmuştur. Anne tarafından büyük babası profesördür ve kitap yazan bir kişi olarak, Sartre’ı derinden etkilemiştir. Bu yazma isteği çocukluğunda kalmayacak ve kendi varoluşunun temel seçimini oluşturacaktır.

“Voltaire’i Tutuklayamazsınız!”

Eğitim kurumlarına ve onların niteliklerine oldukça değer veren bir kültürde Sartre, asla bir üniversite profesörü olamamıştır. Felsefe alanındaki ününe yalnızca yazdığı eserler üzerinden ulaşmıştır. Ne aristokrat bir aileden gelir, ne de üniversitede entelektüel ortamlarda, kendisini gösterebilir. Doğrudan halkın içinden çıkar ve kendi gayretleriyle bulunduğu konuma gelir. En önemli eseri Varlık ve Hiçlik’tir (ülkemizde ‘ithaki yayınları’ tarafından 2009’da 800 sayfa olarak basıldı). Kaleme aldığı oyunlarında, romanlarında, makalelerinde ve diğer felsefi çalışmalarında yaptığı toplumsal tartışmaların gücü o denli büyüktür ki tüm ülkede saygı ve hayranlık uyandırır. Mayıs 1968 olayları esnasında tutuklanmasının ardından Sartre’dan özür dileyen Fransız Başbakan Charles de Gaulle şöyle demiştir: “Voltaire’i tutuklayamazsınız!”

1936’da iki kitap çıkartır: İmgelem ve Ben’in Aşkınlığı. Hayal gücüne dair Husserl öncesi felsefi kuramları inceler İmgelem. Ben’in Aşkınlığı ise Husserl’in aşkın ben görüşüne karşı çıkar, onu başkaları tarafından yaratılmış bir yapı olarak tanımlar. Ancak Sartre’a asıl ün kazandıran ve dünyanın onun varoluşçuluğunu tanımasını sağlayan Bulantı (1939) isimli eseridir. Romanın baş kahramanı Roquentin, dünyada var olduğu gerçeğinden dolayı ciddi anlamda mide bulantısı duymaktadır; nesnelerin ‘şeyliğini’ ve kendisinin dışındaki dünyada anlamının olmayışını kavramak bu bulantıya neden olur. Sartre’a göre insan, özgür olmaya mahkumdur.

Nobel’i Reddeden Filozof

Daha önce bu sayfalarda yazdığımız Albert Camus ile aynı dönemlerde yaşamışlardır ve aralarında paralellikler vardır. Okunması ve anlaşılması oldukça zor olan Sartre, 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel ödülünü de geri çevirmiştir. Toplumsal ayaklanmaların her daim içinde yer alır. Meşhur 1968 olayları, kendi fikirlerini ve geleneksel entelektüel konumlarını da sorguladığı bir dönem olur. 1974’de Sartre’ın gözleri büyük oranda görmez olur.

Sovyetler ve Moistler gibi totaliter rejimlere karşı duyduğu sempatiyi gizlemez ve bu yüzden ciddi olarak eleştirilir. Bu rejimlerin saçtığı dehşetin apaçık ortaya çıkmasına rağmen sempatisini sürdürmüştür. Sartre’ın Tanrı’ya dair söyledikleri (Tanrı’yı yaratmak), kendi Tanrı inancı içerisinde tutarlı olabilir ama bizim kadim öğretilerimiz açısından son derece bâtıldır.

Varoluşçuluk Bize Ne Anlatır?

Sartre’ın yaslandığı en önemli düşünce akımı olan ‘varoluşçuluk’ öz itibariyle bize şunu söyler: Varlık özden önce gelir. Bunun anlamı şudur: İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri onun kim olacağını ve ne olacağını belirler. Şeylerin ya da kişilerin bir özü olduğunu iddia eden özcülüğü çürütür. İnsan önceden belirlenmiş bir öze sahip değildir, daha çok o özünü kendi eylemleri ile gerçekleştirecek, yani varoluşunu şekillendirerek özünü ortaya koyacaktır. İnsanın kendi özgürlüğüne mahkum edilmesi de, kendi kararlarıyla ve tercihleriyle özgürlüğünü gerçekleştirmek zorunda olması anlamına gelir.

Türkçeye çevrilmiş 24 kitabı bulunan Sartre’ın Nisan 1980’de Paris’te öldüğünde, tabutun arkasında elli bin kişinin olduğu söylenir. Kendi sözleriyle yazımızı bitirelim:

“İnsan sürekli kendisinin dışındadır: Kendini, kendinin ötesinde yansıtıp kaybetmektedir, böylece insanı var eder ve diğer taraftan, aşkın amaçların peşinden giderek kendisini var etmeyi becerebilir. Dolayısıyla insan kendi kendini çevrelediği için, kendi aşkınlığının merkezi ve kalbi kendisidir.” (Varoluşçuluk Bir Hünanizmdir (1946) ).


Yusuf Temizcan'ın Yazısı.