Ne mutlu ki İstanbul hem her geçen gün daha yaşanılır hale geliyor hem de bu rekabette emin adımlarla üst sıralara doğru tırmanıyor. Bir zamanlar köylerinden göç kervan gelip şehrin kıyısına ilişenlerin çocukları sayesinde.

Şu sosyal medyada eski fotoğrafların paylaşıldığı grup ve sayfalara üye olanlarınız vardır. Ben de meraklı olduğum için birkaç tanesine üyeyim ve gerçekten ilginç fotoğraflar görüyor, keyif alıyorum. Bu paylaşımların ağırlığını eski İstanbul fotoğrafları oluşturuyor ve her paylaşımın altına az ya da çok yorumlar yapılıyor. Bu yorumların da ağırlıklık teması hiç değişmiyor. Aaah ah... Nerededir o eski İstanbul. Ne güzel günlerdi onlar... Yalan dünyanın cennetiydi bu şehir. Nasıl da kıydılar ona... Ne hallere soktular...

Mümkün olsa da bu yorumları yapan muhterem ve muhteremeleri o günlere gönderebilsek o hayata ne kadar dayanabilirler acaba? İnternet yok, cep telefonunu bırakın sabit telefon yok, araba sahibi olmak bugün plaza sahibi olmakla eşdeğer... Evlerin bahçelerindeki lezzetli meyveleri yiyerek, yazlık sinemada bugün son derece saçma gelen filmleri izleyerek ne kadar eğlenebilecekler?

O günlerde İstanbul güzeldi, hoştu da Türkiye’nin geri kalanında durum nasıldı? Nasıl olacak; açlık, sefillik, hastalık, baskılar ülkeyi kasıp kavuruyordu. Elbet İstanbul’da da durum çok farklı değildi de o güzellikler bir avuç mutlu azınlığa mahsustu, o fotoğrafların göstermediği yerlerde manzara kapkaranlıktı.

İstanbul belki eski yerlilerinin şimdi özlediği gibi kalırdı, eğer düzen taşradakilere (bu kelimenin sevimsizliğine takılmayın) doğup büyüdükleri yerlerde insan gibi yaşama imkân ve şartları sağlayabilseydi. Buna niyeti bile yoktu düzenin. “Sen benim efendimsin, yerli yerinde efendi efendi otur” poh pohlaması ise köylüyü köyünde oturmaya ikna etmeye yetmedi. İstanbul büyülü ufukların ardındaki rüyalar ülkesi değil, basbayağı gurbetti Anadolu’dan gelenler için.

Memleketten kopup gelen “köylüler” şehrin kıyısına köşesine ilişmişlerdi. Belki ilk zamanlar şehrin parlak ışıklarının göründüğü köşe başına yaklaşma bile yaklaşamıyorlardı. (İşte o derin derin iç çekilerek bakılan güzel İstanbul fotoğrafları o yıllara aittir ve doğal olarak “bizimkiler” ortalarda görünmemektedirler)

İlerleyen yıllarla birlikte bizimkiler hem ülkenin hem de şehrin yönetim şemasına ucundan kenarından girmeye başladılar. Giderek artan bir ivmeyle gelen göç dalgaları, o bugün özlenen İstanbul’un üzerinde tsunami etkisi yaptı. İnsanlar akın akın geliyordu, şehrin tarihi yapısı onları barındırmak için yetersizdi, şehir ve ülkeyi yönetenler ise böyle bir durumda yapılacak en doğru şeyin ne olduğunu kestirebilecek kültür ve birikime sahip değillerdi. Öte yandan, açıkça dillendirilmese bile Cumhuriyet’i kurup yöneten iradenin göçü önlemek, insanları bulundukları yerde doyurmak, ülkenin muhtelif yerlerinde sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel cazibe merkezleri oluşturmak gibi bir derdi de yoktu. Yani bu sonuç kaçınılmazdı ve en az sorumluluk da “bizimkiler”e aitti.

Bu ahval ve şeraitte 20. asrın sonuna geldik. 21. asrın başında yaşanmaz hale geldiği düşünülen şehri yine “bizimkiler”in okumuş çocukları yaşanılır kılmaya başladılar. O özlenen İstanbul’u tarihten söküp bugüne monte etmek mümkün değildi tabii, ancak buna gerek de yoktu. Dünya artık farklı bir dünyaydı ve İstanbul kendi emsali olan mega şehirlerle rekabet etmek zorundaydı.

Ne mutlu ki İstanbul hem her geçen gün daha yaşanılır hale geliyor hem de bu rekabette emin adımlarla üst sıralara doğru tırmanıyor. Bir zamanlar köylerinden göç kervan gelip şehrin kıyısına ilişenlerin çocukları sayesinde. Bu ise eski İstanbul’da konaklarının bahçesindeki ağaçlardan meyve yiyen, yazlık sinemalarda melodram seyredip gülüp ağlayan şehirlilerimizin çocuklarının pek hoşuna gitmiyor. Kendileri bilir. Hayatın gerçeklerini inkâr etmekle bir yere varılmıyor. Onlara da sosyal medyada eski siyah beyaz fotoğraflara bakıp bakıp iç çekmek kalıyor. Bırakalım oralarda avunsunlar. Hayat bir tercihler manzumesidir ne de olsa.


Bülent Şirin 'ın Yazısı.