Eeee Bektaşilik dedin mi askeriyeydi, polisiyesiydi ve dahi bilumum asayiş hizmetlerini deruhte eden bir tarikat. Yeniçerilik de olunca serde, hem karnımız doyar hem de gönlümüz deyip niyetlendik hayırlı bir iş...

akir-i pür-taksirin mektubatını okuyan siz değerli evlatlarım beni devre mülk gönüllü, maymun iştahlı bir derviş zannedeceksiniz, hafazanallah! Gönlünüze doğan bu tür havâtırdan istiğfara davet ediyorum sizleri…

Bu mütereddit hâlimize sebep şu iki beyittir:

Sür, çıkar ağyârı dilden, tâ tecelli ede Hak!

Pâdişah konmaz saraya hâne mâmur olmadan…

Şemseddin Sivâsî’nin bu güzel kelamına cân u gönülden “Eyvallah öyle olsun madem!” deyip, tam gönlümüzü Topkapı Sarayı misali imar edecektik ki, İbrahim Hakkı Erzurumi’ye ait olduğu söylenen şu beyit gönül hânemizi viran eyledi:

Harâbât ehline hor bakma Zâkir

Defîneye mâlik vîrâneler var.

Gönül hanemiz, büyükşehir belediyesinin işlettiği kâşâne eskisi sosyal tesislere döndüyse, sebebi budur…

Mevlânâ dergahı ile mektuplaşmamızdan beklediğimiz neticeyi hâsıl edemediğimizi anlatmıştık. Zaten Mevlevilik tarikatı fakire göre bir kariyer yapılanması da sunamıyordu. Çile konusunda bir uzlaşma sağlayamadık mesela.

1000 gün çile mi olur lan?

Peki bu çileyi çekince n’oluyor dedim. “Dedelik” payesi veriyorlarmış. Gencecik yaşımda dede olmak da ters geldi hâliyle…

Siz bana dede değil de “Reis” falan deseniz, dedim…

Ters ters nazar ettiler…

Konya’dan az ötesi Kırşehir deyip Hacı Bektaş Velî’den yana tercihimizi kullanmayı münasip gördük nihayet.

Eeee Bektaşilik dedin mi askeriyeydi, polisiyesiydi ve dahi bilumum asayiş hizmetlerini deruhte eden bir tarikat. Yeniçerilik de olunca serde, hem karnımız doyar hem de gönlümüz deyip niyetlendik hayırlı bir iş... “Baba” demeleri de işin cabası… “Dede”lik ondan manevi sonraki durakmış…

Bismillah deyip bir mektup da ol hazrete irsal eyledik.

Gelen cevapta, mektup yoluyla seyr u sülûk kontenjanının dolduğunu üzülerek beyan ediyorlardı. Yedek kontenjana kaydedebileceklerini söylediler.

Bak bak bak! Dervişin yedeği mi olurmuş! Araba lastiği mi bu? Bir mektup daha yazıp meselenin aslını sual ettim:

- Dalga mı geçiyorsunuz, adam mı seçiyorsunuz? dedim…

- Adam seçiyoruz, dediler.

Şu erenler de illa adamın basacak bir damarını buluyorlar vallahi…

Benim gibi asil bir derviş namzedini buldunuz da… Kafanız mânâ sarhoşu herhalde, ne yedeği diyorsunuz ya hu…

Bir de cevap mektubunda Sivrihisar’daki Taptuk Emre Dergahı’nı salık vermişler… Kontenjan sıkıntısı yokmuş. Kimseyi geri çevirmiyorlarmış, her geleni alıyorlarmış…

Siz bana her gele mi demeye getiriyorsunuz! Görürsünüz siz, dedim…

Şimdi ben giderim Taptuk Emre’ye intisap ederim, âlem derviş görür, siz de pişman olur, ardım sıra ilâhîler yakar ağlarsınız... Tarzında bir cevap yazıp gönderdim Kırşehir’e.

Damara basmak ne kelime, fakir-i pür taksirin manevi tansiyonunu zıplattılar. Kaygusuz Abdal diye biri varmış:

- Biz sana ilâhiyi çoktan yaktık Abüziddin Çelebi, deyip mektubunda şu şiiri gönderdi bana:

Bir kaz aldım ben karıdan

Boynu da uzun borudan

Kırk abdal kanın kurudan

Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.


Sekizimiz odun çeker

Dokuzumuz ateş yakar

Kaz kaldırmış başın bakar.

Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.


Kaza verdik birçok akçe

Eti kemiğinden pekçe

Ne kazan kaldı, ne kepçe

Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.


Kaz değilmiş be bu, azmış!

Kırk yıl Kaf Dağı’nı gezmiş

Kanadın kuyruğun düzmüş

Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.


Kazı koyduk bir ocağa

Uçtu gitti bir bucağa

Bu ne haldir Hacı ağa

Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz


Kazımın kanadı selki

Dişi koyun emmiş tilki

Nuh Nebi’den kalmış belki

Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz


Kazımın kanadı sarı

Kemiği etinden iri

Sağlık ile satma karı

Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz


Kazımın kanadı ala

Var yürü git güle güle

Başımıza kalma bela

Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz


Suyuna biz saldık bulgur

Bulgur Allah deyü kalgır

Be yarenler bu ne hâldir

Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz


Kaygusuz Abdal nidelim

Ahd ile vefâ edelim

Kaldır postu biz gidelim

Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.

Muhatap olduğuma değmeyecekti evlatlarım! O sebepten cevap bile yazmadım… Abdal işte n’olacak! Üstüne üstlük Kaygusuz bir de…

Hani vaktiyle bir derviş, berbere gitmiş de saçlarını usturayla kazıtmış ya. Berber saçlarının yarısını kazımış, öbür yarısını kazıyacakken dükkana giren bir kabadayı, dervişin kafasına bir tokat aşk edip demiş ya hani:

- Kalk bakalım kabak kafa! Biz de tıraş olacağız.

Derviş efendi istifini bozmayıp ses etmeden koltuktan kalkmış kalkmasına da, kabadayının ağzı bohça değil ki büzesin… Traş boyunca “kabak” kelimesini diline pelesenk edip dervişle dalga geçip durmuş hani. Tıraşı biten kabadayı kalkıp çalım sata sata dükkandan çıkmış; tam yoldan geçeceği sırada deli gibi koşturan iki atın çektiği at arabasının altına kalıp geberip gitmiş ya!

Berber kendisine “Cezası biraz ağır olmadı mı derviş baba?” diye sorunca:

- Vallahi ettiğine kırılmadım. Amma bu kabağın da bir sahibi var... diye cevap vermiş ya derviş baba…

Aha işte bizim ki de o hesap! Lakin biz daha derviş olamadık. Kaz kafalıysak, sahipsiz mi zannettiler bizi. Ben de bu Bektaşileri bizim kaz kafanın sahibine havale ettim!

Beddua etmedim haa! Mülaane ettim sadece…

“Allah onları yerlerin dibine batırsın, ocaklarına ateş salsın, yuvalarını başlarına yıksın. Birliklerini bozsun, duygularını sinelerinde bıraksın, önlerini kessin, bir şey olmaya imkan vermesin.” dedim.

Herkes ocağı topa tutan Sultan Mahmud’u bilir de, tarihi hadiselerin ardında yatan sır perdesini aralayamadıkları için bir takım hakikate gafildirler… Heee! Neylesin Sultan Mahmud!

Uzun lafa hacet yok sevgili evlatlarım! Tarih bilginiz yerindeyse pekâlâ anlamışsınızdır ki bu kaz kafalı fakir haklıymış.


Harun Kırkıl'ın Yazısı.