Hayalini kurduğum İsviçre’yi şehrin dışında buldum. Kırlar yeşil ve sessizdi. Bulutları geçip dağların zirvesine çıktım. Vadi beyaz bir yorganın altına saklandığında iki gök arasına sıkışmıştım.

Sokaklar yaz festivali başladığından beri kalabalık. Gölün çevresine eğlence parkı kurulmuş. Yirmi metreye çıkan salıncaklar, havada savrulan metal koltuklar, dünya ters yüz oldukça kahkahalar dalga dalga yayılıyor. Uçmasın diye terliklerini, sırt çantalarını bir köşeye bırakmış çocuklar. Rengarenk ışıklar yanıp sönerken Arapça şarkılar çalıyor. Tezgahlarda humus, tabbule, kebap. Bira stantlarını görmezden gelebilsem İsviçre’de değil de bir Arap ülkesinde sanacağım kendimi. Oturduğum kahvede sadece üç beş Avrupalı var. Herkesin eli torbalarla dolu. Çölün sıcağından kaçıp İsviçre Alplerinin gölgesinde serinleyen turistleri alışveriş çılgınlığı sarmış. Yaz günü hırka giyip şemsiye taşımaktan memnun Araplar çoluk çocuk hatta gösterişli arabalarıyla gelmişler. Otellerin önüne park etmiş Arapça plakalı Lamborghini ve Rolls-Royce’lar.

Hayalini kurduğum İsviçre’yi şehrin dışında buldum. Kırlar yeşil ve sessizdi. Bulutları geçip dağların zirvesine çıktım. Vadi beyaz bir yorganın altına saklandığında iki gök arasına sıkışmıştım. Ayağım toprağa değmese kendimi kuş sanabilirdim. Köylerin yakınından geçtim. Binalar temiz ve şık, hayvanlar bakımlıydı. Camı sonuna kadar açıp yanımdakilerin söylenmesine aldırmadan kır kokusuna karışmış tezek kokusunu içime çektim. Boş arazide atlar dolanıyordu. Gruyer, zirvedeki şatosu, taş döşeli sokakları ve meydandaki kuyusuyla bir Ortaçağ kasabası. Çiçeklerle bezeli restoranda peynir fondü yedikten sonra çikolata fabrikasını gezdim ve bu kasabadan ayrılırken kucağımdaki kutulara bir çocuk gibi sarılmıştım.

İlkokulda tarih dersinden hatırladığım Lozan ve Montrö’ye doğru yol aldım. Son virajı döndüğümde Chateau de Chillon kayaların üzerinde bütün romantikliğiyle belirdi. Kulesinde saklanan bir prenses, bahçesinde ata binen bir prens hayal ettirecek kadar gerçekti. Oysa sadece kara kalem resim çizen öğrenciler ve yabancı dil öğrenmeye gelen gençler vardı bahçesinde. Şatonun en enteresan odası ise kayalara açılmış bir delikten oluşan tuvaletti.

Yeşil tepeye dizilmiş ince işlemeli evlerden sonra Lozan silik kalmıştı. Tarihi şehir beton binaların arasına sıkışmış. Göl manzarasından uzaklaşmıştı. Kim bilir belki de çok yorulduğumdan bu şehir bana sevimsiz görünmüştü. Cenevre’ye döndüğümüzde hava kararmıştı ve gölün ortasından kırk metreye yükselen fıskiye geceye inat ışıl ışıldı. Bu küçük şehrin en güzel binaları eski şehirde. Mağazalar tarihin büyüsünü bozsa da ince işlemeli dış duvarlar ve yüz yıllık çikolatacılar hâlâ alımlı.

Birleşmiş Milletler kapısının karşısında dev sandalyenin tek bacağı kırık ve mayında zarar görenleri temsil ediyor. Kızıl Hac, görüş farkı gözetmeksizin insan hayatı ve sağlığını korumak için ant içse de bayrağı yalanlıyor onu ve Dünya Sağlık Örgütü hangi aşıları ne amaçla yolluyor Afrika’ya. Gösterişli binaların, bakımlı bahçelerin arkasında dünya adına alınan kararlar tek yanlı ve çıkarcı. Özgürlüğü savunan bu ülkede başı örtülü okuyamıyorsun. Davud’un yıldızı kilit altında.

Son gün festivalin en görkemli gecesi, havai fişekler patlıyor. Gökyüzünü aydınlatıyor kır çiçekleri. Işık huzmeleri yol yol inerken deniz yanıyor. Gecenin karanlığında kuş sesleri yankılanıyor hoparlörden. Yollar trafiğe kapatılmış asfaltta oturmuş piknik yapan aileler, topuklu ayakkabıları mini etekleriyle bu gece için hazırlanan gençler birbirine karışmış. “Bum, bum, bum” her patlama bir coşku. Hayret nidaları yükselirken topluluktan yüzlerce havai fişeğin sisi çöküyor göle. Sudan ışıklar yükseliyor. Arapça konuşarak kıkırdıyor çocuklar.

“Bum, bum, bum” aynı sesler duyuluyor dünyanın başka bir diyarında. Geceyi aydınlatıyor alevler. Binalar yıkılırken ocaklar sönüyor. Kefensiz vücutlar toprağın altında. Küçük bir kız çocuğu saklandığı masanın altında annesinden öğrendiği Arapça ninniyi söylüyor kardeşine.


Hande Berra'ın Yazısı.