Rusların mirası geniş caddeler ve taş binalar gösterişli ve heybetli ama sokaklar İstanbul’un karmaşasında yaşayan biri için çok tenha. Sadece yetmiş bin kişinin yaşadığı Kars’ın sokaklarında tavuklar ve bisiklet süren çocuklardan başka kimse yok.

llah için, aşkım için, çölde kaybolmuş bir taht, sıcak bir kahve, taşlaşmış insanlar ve en çirkin inciyi bulmak için düşerim yollara. Bu sefer bir evliya için ayrıldım yuvamdan. Son mekânına vardığımda ne geçimsiz karısı, ne yük taşıyan aslanı ne de nasihat bekleyen Gazneli Mahmut vardı. Yağmur dinmiş, ağaçlar hareketsizdi. Türbede tor top olmuş birkaç kadın mırıldanarak sallanıyor, kim bilir belki bir Yasin belki de bir Fatiha ila, Allah’a yaklaşmaya çalışıyorlardı. Secde edip dualarımı toprağa fısıldadığım bir anda tepemde zebellah gibi biten adam “Türbede namaz kılınmaz” diye söylenip duruyor. Yakaladığım huzur bir anda kayboluyordu.

Yıllar önce başlamıştım silsileyi ziyarete. Babam ben yedi yaşındayken elimizden tutmuş, Peygamber Efendimiz’i ve onun yol arkadaşını ziyarete götürmüştü bizi. Daha sonraları Buhara’dan Semerkant’a, Delhi’den Sirhind’ e pek çok mübareğin misafiri oldum. Yüzyıllar geçse, şehirler din değiştirip kâfirin toprağında kalsalar da kimse onlara el sürmemiş, zarar verememişti.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin türbesine Hindular çaput bağladı. Ebu’l- Hasan Harakâni hazretleri kimine göre Bistam’da kimine göre Kars’ta şehit olmuştu ve Evliya Camii külliyesindeki türbesi bu gün dahi şehrin en kalabalık mekânı. Hemen arkasında bulunan Kümbet Camii, eski adıyla Havariler Kilisesi devşirme camilerden farklı, minaresi yok. Evliya caminin şerefelerinden duyuruyor çağrısını. Apsis hâlâ yerinde, papaz odaları depo. İnce tahta işlemeli mihrap eklenmiş kıbleye. Cemaat ikonaların söküldüğü sütunlar arasında namaz kılıyor. Karanlık olsa da kasvetli değil. Kur’an’ın huzuru sarıp sarmalamış taş binayı.

Göçebeliği benimseyen Karslılar her mevsim başka diyarlara yol almak hayaliyle bir ağaç dikmeden, bostan çapalayıp taze bir domates koparmanın tadına varmadan, çıplak bozkırı seyrederek yaşıyor. Yeşile bakmayı, dokunmayı seven kavimler gelip yerleştikleri köyü ağaçlandırsalar da yerli halk ilk soğuk kış akşamı ısınmak için sobasında yakıyor onu. Sofrasındaki et ve hamurdan memnun. Lokantaların menüsüne sonradan giren sebze ve salatalar sadece turistleri memnun etmek için. Kesilen hamurun üstüne cızıldayarak dökülen tereyağ ve sarmısaklı yoğurt (hıngel), tandırda kızaran ördek ve altında damlayan yağlarla demlenen bulgur pilavının yanında salatanın yeri yok.

Rusların mirası geniş caddeler ve taş binalar gösterişli ve heybetli ama sokaklar İstanbul’un karmaşasında yaşayan biri için çok tenha. Sadece yetmiş bin kişinin yaşadığı Kars’ın sokaklarında tavuklar ve bisiklet süren çocuklardan başka kimse yok. “Nuran Hanım’ın Kazevi” en meşhur lokanta olsa da sadece birkaç masası dolu.

Gri şehirden ayrılıp ağaçsız topraklarda yol aldık. Tarlalar yeni sürülmüş, kuzular ve inekler yeşil kalan vadilerin yolunu tutmuştu. Ani’nin “Bin bir kiliseli şehir” diye anıldığı yıllar çok geride kalmış. Yağmur, rüzgâr ve toprak, terkedilen binaları gömmüş, şehir İstanbul’la aynı nüfusa sahip olduğu şaşalı yılları çoktan kaybetmişti. Kale kapısından girdiğimde kükreyen bir aslan kabartması karşıladı beni. Ne askerler ne de gösterişli binalar vardı. Kederli bir sessizlikle onlarca uygarlıktan kalan dokuların izini taşıyor. Hamam arkeologlar tarafından gün ışığına çıkarılsa da kubbesi çökmüş katedralin duvarlarında otlar bitmiş. Kutsal Meryem Kilisesi ısırılmış bir elma gibi, yarısı yok. Yamacın kıyısına sığınmış kilisedeki kök boyalar İsa’nın hikâyesini anlatırken eşsiz sanatçılarımız aşıklarının adını kazımışlar paha biçilemeyen duvarlara. Zerdüşt Tapınağı, Ermeni Kilisesi ve camii yanyana . Ağzına koca bir kilit vurulmuş demir parmaklıklı kapıdan girdim minareye. Esma-ül Hüsna’ya nisbet yapılan basamakları çıkmaya başladım. Allah, Er- Rahman , Er- Rahim, El- Melik… basamaklar bittiğinde üç isim kaldı dudaklarımda, kayıptı son üç basamak. Erkek olsaydım şayet bu boynu bükük minareden karşımdaki Ermenistan topraklarına, kırda otlayan kuzulara, Ani’yi gezen üç beş turiste, kösele ayakkabısıyla saatlerce bizi gezdiren rehbere okurdum Ezan-ı Şerifi.

Kars’tan uzaklaştıkça ağaçlandı toprak, dağlar yeşerdi. Katerina’nın av köşküne uzaktan baktığımda masallar diyarından bir prenses, at üstünde avlanan bir prens, bahçede dolanan tavşanlar hayal ettim. İki yaşlı ve bakımsız atın çektiği pembe bir at arabası hazırdı. Köyün içinden geçerken çocuklar “Pamuk Prenses’in arabası” diye bağırıp bisikletleriyle takip ettiler bizi. köşkün yıkık taş ahırlarını geçip çam ormanlarına doğru tırmandık. Yakınlaştıkça siması değişti binanın. Yaşlandı, tüm kusurları ortaya çıktığında pırıltısını kaybetti. Birbirine geçme ahşap bölümde tek bir çivi dahi kullanılmamıştı oysa. Çatı zar zor ayakta kalmasına rağmen içerisinde kimliğine dair hiçbir ipucu kalmamıştı.

Köy mezarlığında taş bir türbe var, yıllardır Müslümanların Fatiha okuduğu. Ruslar Türklerin asla kabirlere dokunmayacaklarına inanıp altınlarını saklamıştı bu mezara, oysa ki artık Türkler de kabirlere saygıyı unutmuştu ve mezar hırsızları birkaç yıl önce yakalanmalarına sebep olacak kadar büyük bir hazine çıkarmışlardı türbeden.

Sarıkamış. Altmış bin askerimizin donarak can verdiği dağlarda kanlı geçmedi savaş. Soğuk tırnaklarının ucundan ince ince işledi askerin vücuduna, daha yeni çöl sıcağından çıkmışlardı. Üzerlerinde kum rengi yazlık üniformaları, içlerinde muvaffak olma aşkı. Eksi otuz derecede koşan ayaklar sürünmeye başladı, tüfeklerini korumak için havaya kaldırdılar. Pek çoğu menziline ulaşmak için ayakta donarak can verdi. Anneler savaştan dönen çocuklarının önünde eğildi. Mezar taşı yoktu şehitlerin. İmam Bakara suresini yüksek sesle bilinmeyen toprağa okudu.


Hande Berra'ın Yazısı.