Bayram
Ekim 2013 Yazı Atölyesine Gelen En İyi Yazı
Yazı Hakkında Metin Karabaşoğlu`nun Yorumu: Yazım yanlışları, kelime hataları var yazıda. Ama bu hatalar, bir hikâye formatında yazılmış olan yazının, bölünmüş bir ailenin anne yanında kalan küçük ferdinin ruh dünyasını da; yoksunluk içinde yaşayanların yanında varlığını sergilemenin yanlışlığını da ruha dokunur biçimde verebilmiş. Bu yüzden ‘Ayın Yazısı’ olabilecek bir kıvamda buldum yazını. Konusu kadar, üsluptaki akıcılığının da bunda etkili olduğunu belirtmeliyim. Gayretle devam...
Zeynep Okur
Bayram sabahı neşeli kahvaltı soframız, küçük Murat’ın yere fırlatmasıyla kırılan tabağın gürültüsü ile saniyelik bir sessizliğe büründü.
Sessizlik, huysuzluk yaptığı için Murat’a kızan görümcem Selvi’nin sesiyle bozulup, aile fertleri sohbetlerine ve yemeklerine dönerken ben çoktan beni yıllar öncesine götürecek olan, içimdeki nehre atlamıştım bile…
Bayram’ın benim için, sözlükte yazdığı gibi ‘neşe’ ve ‘sevinç’ anlamlarına gelmediği zamanlara…
Ramazan’ın sıcak günlere denk geldiği bir senenin bayramıydı. Temmuz belki de ağustos…
Henüz ilk kelimelerimi söyleyebilmeye başladığımız günlerden beri ikamet ettiğimiz anneannemlerin evinde bayram telaşı vardı yine. Bolu’dan gelecek olan dayım Bekir sever diye patatesli börek yapılmıştı, Teyzem Lale İzmir’den geliyordu, küçük oğlu Onur mantıya bayılırdı, onun için mantı, Recep Enişte için sarma, Deniz Yenge için dolma…
Tüm bunlar yapılırken ben de ‘uzak’tan gelenler arasında olabilmeyi hayal ediyordum. Geleceğim için dedemin heyecandan oturamıyor oluşunu, önünden ayrılmadığı o pencerede beklediği çocuğun Azra ya da Onur değil de ben olduğumu.
Benimse onlardan ayrı kaldığım süre en fazla bir okul günüydü. O sürede de özlemek biryana başlarını dinlemek için fırsat olarak görürlerdi o vakti. Haksızda sayılmazlardı ya neyse…
Arife akşamı misafirlerin bir kısmı gelmişti. Onlar gelmeden evvel sıkıca tembihlenmiştim, kuzenlerimle oyuncaklarımı paylaşacaktım, kavga etmeyecektim, ben alttan almalıydım çünkü ben ‘ev sahibiydim’ onlarsa misafir. Misafir olmadığım halde, her ne kadar onlar öyle olduğunu söyleseler de, ev sahibi de olmadığım bir evde yaşamak öyle zordu ki…
Bu kadar kuvvetli olmasından zaman zaman şikayetçi olduğum hafızam, bana hep bu eve bavulla girdiğimizi hatırlatıyordu.
Ve bavulla girilen bir evde ev sahibi olunmazdı ki. Teyzemler bavulla geliyordu ve gidiyordu, dayımlar da... Oysa biz gelmiştik ve kalmıştık.
Nedenini niçinini sormadım, kimse de anlatmadı. Onların cevabını bildiği soruları zaten çıkarım yaparak cevaplandırabiliyordum. Fil hafızamın kaydettiği odamın yanındaki duvardan gelen annemin ‘yeter vurma’ sesi bu eve geliş sebebimizi yeterince açık bir şekilde özetliyordu. Benim cevabını aradığım soru ise babam beni hiç mi sevmiyordu, neden sevmiyordu, özlemiyor muydu? En çokta Fatih eniştemi görünce merak ediyordum. Azra’yı neredeyse içine sokacaktı, sevgisi kalbinin dışına taşıyordu. Eniştemden nefret ediyordum. Keşke benim babam olsaydı.
Bayram arifesinde hep birlikte iftar yapıldı. Büyükler sohber etti, biz çocuklarsa doyasıya oynadık. İçimde kök salan derin hüznüme, kafamda kıvrılıp soru işareti şeklini almış ve ucu kalbime uzanan hançerime rağmen bir çocuktum ve elbette her daim mutsuz değildim. Olabilirdim de ama olmadım içime kapanmak yerine bolca konuşuyordum. Hatta bunun pek çok kez azar işitiyordum.
Susunca dilim, içim konuşmaya başlıyor daha doğrusu içimin sesini daha çok duyuyordum, ben de onu bastırmak için konuşmayı tercih etmiştim.
Bayramın sabahında Lale teyzemin getirdiği tişört ve eteği giymiştim.
Annem çoğu zaman‘ teyzen söyledi telefonda, sana hediye almış bu bayram sana bir şey almayalım olur mu kızım?’ derdi. ‘Olur annecim’ derdim ben de… O ‘kızım’ın hatırına.
Anne ah anne, sen mi beni büyüttün ben mi seni bilmiyorum. Her görenin ‘kardeşin mi?’ diye sorduğu kızını ablası olacak yaşta kucağına aldığın için belki de çok pişman oldun. Çocuk yaşta ‘aşk’ sanıp peşine düştüğün ve içine düşer düşmez bir seraptan ibaret olduğunu farkettiğin o hayattan geriye kalan en büyük kanıt bendim galiba. Ben de olmasam ‘kabustu, uyandım’ deyip hayatına devam edecektin. Ben sana her baktığında yaşadığın kabusu hatırlattım. Ve sen istemeyerek de olsa benden kaçtın, rüya sanarak daldığın kabusun başrolüne duyduğun öfkeyi, biliyorum elinde olmadan, bana boşalttın.
Oysa unuttun ki onu sana eş olarak ben değil çocuğuna baba olarak sen seçmiştin. Ama her şeye rağmen en azından nefesini hissettiğim bir annem vardı. Ya o da olmasaydı?
Her neyse o sabahta tüm çocuklar bayramlıklarımızı giymiştik. Hanımlar kahvaltı masası hazırlıyordu. 15 kişi kadar vardık. Masa bahçedeki büyük ağacın altına hazırlanmıştı.
Çocuklar birden bahçeden çıkıp yola doğru koşmaya başladı, niye olduğunu düşünmeden ben de koştum sonra bir baktım ki çocuklar camiden çıkmış eve doru gelen babalarına koşuyorlardı.
Kafamdan kalbime doğru uzanan soru işaretinin ucu kalbime değmişti. Geriye dönüp ters istikamete doğru durmamacasına koşmak istedim ama bozulduğumu belli etmek istemiyordum.
‘Babasız çocuk’ olmanın hissettirdiği mahrumiyeti sadece içimde yaşıyor bunu dışarı aksettirmemek için elimden geleni yapıyordum.
Koşu bittiğinde Azra Fatih eniştemin kucağına zıpladı, Nihat Fuat enişteye koşup sarıldı, Bekir Dayımsa Onur’u kucağına almıştı. Geriye bir ben bir de dedem kalmıştık. Ben de küçük elimi dedemin avcunun içine koydum. Tüm gücümle surat ifademi gülen bir yüzde sabit tutmak için ağzıma baskı uyguluyor, gözlerime doğru koşan damlaları içerde tutabilmek içinse dudağımı ısırıyordum. Sahi dudağı ısırınca gözyaşı nasıl engelleniyordu ki? Bir set mi geriliyordu, dudağa dişlerle komut verince, gözyaşı perdesinin önüne?
Böyle şeyler düşünüp, dikkatimi yanımdan zıplayıp geçen kurbağaya vererek toparlanabildim.
Bu arada bahçeye gelmiştik, çocuklar tekrar inmişlerdi bile kucaklardan, teker teker sandalyelere oturanların ellerini öpmeye başladılar. Ben de girdim sıraya, hepimize harçlık verdiler. Her çocuk mutlaka kendi babasına gelince sıra, harçlığın miktarına itiraz edip biraz daha istiyordu. Şımarıklar. Keşke ben de birine itiraz edebilseydim. Ve herkes bana biraz daha fazla veriyordu. Ne de olsa yarı yetim sayılırdım ben…
Birden bir şey gelmişti aklıma, sonra hemen içeri koştum, öyle ya elini öpecek bir babam olmasa da annem vardı. Mutfağa
-Annee diye bağırarak girdim.
Annem sandalyeye çıkmış dolabın üzerinden bir şey indiriyordu, mutfak hayli kalabalıktı, kimi kahvaltıyı hazırlıyor kimi misafirlere ikram edilecek tatlının şerbetini, bir başkası sarmayı…
Annem duymamıştı ya da cevap vermedi bilmiyorum. Sandalyenin dibine varıp ısrarla ‘anne’ demeye devam ettim. Elinde tencerelerle aşağı inerken, ben henüz bir şey demeden
-Şimdi işim var Gamzeciğim biraz sonra söyle, dedi.
İtiraz etmeye hazırlanıyordum ki, mutfakta adım atacak yer azlığından ötürü anneannem bana çarptı, sonra da;
-Gamze şu kalabalıkta burada ne arıyorsun, tüm çocukla dışarıda, görmüyor musun annenin işi var, diye kızdı.
Ben de ona;
-Evet tüm çocuklar dışarıda ve hepsi babasıyla bayramlaştı ben de annemle bayramlaşacağım tamam mı? Kızartma tenceresini 50 saniye sonra sonra koysa ocağa ölmezsiniz herhalde, diye bağırdım. İçimden…
Arkamı dönüp mutfaktan çıktım, annemle birlikte kaldığımız odama yöneldim ama sonra vazgeçtim. Günü kaldığı yerden kurtarmaya çalışmak en iyisiydi. Bahçeye dönüp çocukların arasına karıştım. Biraz sonra kahvaltılıklar masaya gelmeye başlamıştı.
Erkekler sandalyelere dizilmiş, çocuklar için çimenlerin üzerine küçük bir sofra kurulmuştu. Teyzemin çağrısı üzerine sofraya giderken Azra geri döndü
-Ben babamla yicem! Diye mızmızlandı.
-Ama bak kızım çocuklar hep yerde, dediyse de teyzem, inat etti gidip babasının kucağına kuruldu.
Mutfakta yediği hançer darbesinin acısı henüz geçmemiş kalbim akıllanmamış olacak ki beni yerimden kaldırdı. Annemin yanına sokulup;
-Anneciğim seninle oturabilir miyim? diyecekken seninle kısmında lafım kesilmişti bile
-Gamze yerine geçer misin lütfen şımarıklık yapma.
Son bir umutla;
-Anne lütfen… dediysem de, kararlı bir şekilde;
-Yerine! Dedi tekrar annem.
Ve o an masaya uzanan elim yeni dolmuş çay bardağını yere fırlattı. Sanki o bardağı kırmasam hançer bu sefer benim kalbimi parçalayacaktı. Sanki o bardağı kırınca tüm bu şımarık çocuklar da benimle birlikte babasız kalacaklardı ve eşitlenecektik. Tüm bu sevgi dolu babalar, babasız bir çocuğun yanında ‘mükemmel baba’ olmamaları gerektiğini anlayacaklardı. Annem farkına varacaktı, ne kadar da ona ihtiyacım olduğunu, o bardakla birlikte içimde biriken gözyaşları da boşalacak ve ben rahatlayacaktım, bir daha ağlamak istemeyecektim.
Sonra bardağın kırıklarından biri babamı bulacak, ona batacak ve ben cevabı onda olan sorularımın intikamını alacaktım.
O bardak çarpınca yere, bayram bitecekti ve ben daha az, mutlu aile tablosu görecektim.
Tabi ki hiçbiri olmadı.
Ben işittiğim azarla kaldım çünkü huysuzluk yapmıştım, zaten ne zaman bir araya toplanılsa bana bir haller olur şımarıklık yapardım.
İşte Murat’ın yere attığı tabağın parçaları da muhtemelen benim bardak kırıntılarımla benzer şeyleri haykırıyordu ama onu o odada tek duyan bendim.
Hepimizin neşe işinde olduğu bu bayram sabahı, babasını henüz 4 aylıkken kaybetmiş Murat için çok daha başka anlamlara geliyordu.
O da sürekli mutluluklarını teşhir eden ailelerden nefret ediyor, Onların içinden bir fert olmayışından ötürü acı çekiyordu.
Varlıklarını, sahip oldukları şeyin yokluğunu yaşayanların yanında pervasızca sergileyenlere fırlattığı tabak ordakiler için sadece bir cam kırığıydı.
Murat’ın kırıkları ise birazdan birilerinin süpürgeyle küreğe toplayabileceği türden değildi…
Metin Karabaşoğlu'ın Yazısı.