Allah Teâlâ’nın her bir kuluna lûtfettiği istidat, iktidar, imkân ve nimetler farklıdır. Bu itibarla herkesin sorumluluğu da sahip oldukları ile sınırlıdır. Burada önemli olan, kişinin kendisi hakkında böyle bir farkındalığa sahip olmasıdır.

Yüce Yaratıcı, hikmeti gereği her bir insanı kendine has özellikleri, istidatları ve imkânları ile donatmış ve şu âlemde onun kendi iktidarı ile doğru orantılı olacak şekilde de mesuliyetler yüklemiştir. İlâhî adâlet böyle tecelli etmiştir. Âyet-i kerimede bu husus şöyle ifade edilmiştir:

“Allah hiçbir kimseye kapasitesinin üstünde bir mesuliyet yüklememiştir.” (Bakara Sûresi, 286)

“Allah, bir kimseyi ancak kendisine ne vermiş ise onunla yükümlü tutar.” (Talak Sûresi, 7)

Rabbimiz’in, kullarından yapmalarını istediği her bir farz ve kaçınmalarını murad ettiği her bir haram, belli bir kıvama gelmiş (aklî ve bedenî olgunluk seviyesine erişmiş) her bir insanın güç yetirebileceği yükümlülüklerdir. Bu anlamda dini yaşama noktasında bir zorluktan bahsetmek, nefsin arzularına karşı gösterilen müsamaha, gevşeklik ve keyfîlikten kaynaklanan zaafiyetlerdir. Zira Rabbimiz kullarına karşı son derece merhamet ve şefkatinin bir gereği olarak din konusunda bir zorluk murad etmemiştir. Bu konuda verilen mesajlar da son derece nettir:

“Allah uğrunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti ve dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi”. (Hac Sûresi, 78)

‘‘Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez.’’ (Bakara Sûresi, 185)

Bu âyetlerin verdiği mesajdan anlıyoruz ki, dini gereği gibi yaşamayı zor bulan kimse, ya nefsi hesabına Allah’ın yüklediği sorumluluklardan kaçınıyor olduğu için, ya da din adına yapmak mecburiyetinde hissettiği sorumlulukların, gerçek anlamda dînî yükümlülükler olmadığını bilmemesi sebebiyle onu zor görmektedir. Öyleyse, hem dini iyi öğrenip sorumluluklarını doğru öğrenmeli ve hem de nefsinin keyfi için dini zor gösterme oyununa ve aldanmışlığına prim vermemelidir.

Allah Teâlâ’nın her bir kuluna lûtfettiği istidat, iktidar, imkân ve nimetler farklıdır. Bu itibarla herkesin sorumluluğu da sahip oldukları ile sınırlıdır. Burada önemli olan, kişinin kendisi hakkında böyle bir farkındalığa sahip olmasıdır. Zenginin sorumluluğu ile fakirin sorumluluğu eşit olmadığı gibi, âmir ile memurun, patron ile işçinin, sıhhatli olanla olmayanın, bilenle bilmeyenin, sorumlulukları da bir değildir. Âyetlerde bu konulara dikkat çekilmiştir:

“Allah’a ve Resulü’ne karşı samimi olmaları şartıyla ne zayıflara, ne hastalara, ne de (fakirliklerinden dolayı seferde) harcayacaklarını bulamayanlara (cihaddan geri kalmakta) bir günâh (ve mes’ûliyyet) yoktur.” (Tevbe Sûresi, 91)

“Âmaya (muharebeden geri kalmak hususunda) vebal yoktur. Topala vebal yoktur. Hastaya da vebal yoktur.” (Fetih Sûresi, 17)

“(Hâli, vakti) geniş olan, nafakayı genişliğine göre versin. Rızkı kendisine daraltılmış bulunan (fakîr) de nafakayı Allah’ın ona verdiğinden versin. Allah hiçbir kimseye, ona verdiğinden başkasını yüklemez. Allah, güçlüğün arkasından kolaylık ihsan eder.’’ (Talak Sûresi, 7)

Kişi, yapabileceklerini daima artırmanın yoluna bakmalıdır. Vicdanının içinden gelen Rahmânî ilhamların gereğini kuşanmak adına, hemen harekete geçebilmelidir.

Allah Resûlü –sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin ashabına yönelik uygulamaları da bu yönde olmuştur. O, sahabileri ile olan ilişkilerde herkese yapabileceği vazifeleri yüklemiştir. Konuyla ilgili şu iki misal dikkat çekicidir:

Talha bin Ubeydullah (r.a.) anlatır:

“Necid ahâlîsinden saçı başı darmadağın (fakîr) bir kişi Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in huzûru âlîlerine geldi. Uzaktan sesini karmakarışık duyuyor, fakat ne söylediğini anlayamıyorduk. Nihâyet yaklaştı. Meğer İslâm’ın ne olduğunu soruyormuş. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) ona cevâben:

“Bir gün bir gece içinde beş vakit namaz!” buyurdular. Adamcağız:

“Bunlardan başka kılmam gereken namaz var mı?” diye sordu. Efendimiz (s.a.v.):

“Hayır, ancak nâfile namazlar kılmak istersen o başka!” buyurdular. Ondan sonra Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz:

“Bir de Ramazan orucu.” buyurdular. Adamcağız yine:

“Bundan başka tutmam gereken oruç var mı?” diye sordu. Efendimiz (s.a.v.):

“Hayır, ancak nâfile olarak tutmak istersen o başka!” buyurdular. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) ona zekâtı da zikrettiler. Adamcağız yine:

“Bundan başka vermem gereken bir şey var mı?” diye sordu. Efendimiz (s.a.v.):

“Hayır, ancak nâfile sadaka ve infaklarda bulunmak istersen o başka!” buyurdular.

Bundan sonra o sahâbî dönüp gitti. Giderken:

“Vallâhi bundan ne fazla ne de eksik yaparım!” diyordu.

Onun bu sözünü işiten Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.):

“Eğer sözüne sâdık kalırsa felâha erdi!” buyurdular.’’ (Buhârî, Îmân, 34)

Allah Resûlü –sallallâhu aleyhi ve sellem- bedevinin bu tavrını onun için yeterli görürken, meselâ Muaz bin Cebel’e farklı sorumluluklar yüklüyordu:

Bir gün Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- devesinin üzerinde, arkadaşları da O’nun önünde gidiyorlardı. Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-:

“Ey Allâh’ın Elçisi! Seni rahatsız etmeyeceksem, yanına yaklaşmama izin verir misin?” diye sordu. Peygamber Efendimiz:

“Yaklaş!” buyurdu. Muâz O’na yaklaştı, yan yana ilerlemeye başladılar. Hazret-i Muâz:

“Canım Sana fedâ olsun, yâ Rasûlallah! Cenâb-ı Mevlâ’dan niyâzım, bizim emânetimizi Sen’den önce almasıdır. Allah göstermesin, eğer Sen bizden önce vefât edersen, Sen’den sonra hangi ibâdetleri yapalım?” diye sordu.

Hazret-i Peygamber bu soruya cevap vermedi. Bunun üzerine Muâz:

“Allah yolunda cihâd mı edelim?” diye sordu. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:

“Allah yolunda cihâd güzel şeydir; ama insanlar için bundan daha hayırlısı vardır.”

“Yâni oruç tutmak, zekât vermek mi?”

“Oruç tutmak, zekât vermek de güzeldir.”

Muâz -radıyallâhu anh-, bu minvâl üzere insanoğlunun yaptığı bütün iyilikleri sayıp döktü. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her defâsında:

“İnsanlar için bundan daha hayırlısı vardır.” diyordu. Hazret-i Muâz:

“Anam, babam Sana kurban olsun, insanlar için bunlardan daha hayırlı olan nedir?” diye sordu. Peygamber Efendimiz ağzını gösterdi ve:

“Hayırlı ve güzel şeyler konuşmayacaksa susmak” buyurdu. Muâz -radıyallâhu anh-:

“Konuştuklarımızdan dolayı hesâba mı çekileceğiz?” diye sordu. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muâz’ın dizine vurdu ve ona şunları söyledi:

“Allah hayrını versin Muâz! İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, dillerinin söylediğinden başka nedir ki? Kim Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya faydalı söz söylesin veya sussun, zararlı söz söylemesin! Sizler hayırlı söz söyleyerek kazançlı çıkınız; zararlı söz söylemeyerek rahat ve huzûra kavuşunuz.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 319/7774)

İnsan kendi kapasitesini ve iktidarını çoğu zaman kısıtlı görebilir ve nefsinin kendini aldatmasına fırsat sunabilir. Bu itibarla kişi, yapabileceklerini daima artırmanın yoluna bakmalıdır. Vicdanının içinden gelen Rahmânî ilhamların gereğini kuşanmak adına, hemen harekete geçebilmelidir. Allah kendisine bir hayır gösterirse, ya da onu bir şekilde gönlüne düşürürse, ona istidadının ve iktidarının var olduğuna inanarak, büyük bir azimle Allah’tan yardım dilemeli ve o işe/hizmete yönelebilmelidir. Özellikle tâlip değil de matlûb olduğu durumlarda, Rabbinin kendisine yardım edeceğinin şuurunda olarak, hiçbir hayırdan ve hizmetten nefsânî bahanelerle geri durmamalıdır. Yapabileceği hayırlara kendini kapatan kimseden, o imkân ve istidadın alınacağına inanmalıdır. Zira şükrü yerine getirilmeyen her nimetin elden gideceği gerçeği, ilâhî bir kanundur. Binaenaleyh, kullanılmayan istidat, imkân ve fırsatlar, bugün değilse de yarın körelecek, yok olacak ve fırsat kapıları artık açılmayacaktır. Bu akibetin de hem vebâli, hem de hesabı elbette görülecektir.


Adem Ergül 'ın Yazısı.