Yunus Emre Gürcan

Üsküdar’da en güzel şey yürümektir. Parlak ışıkların yansıdığı güzel sesli insanların sıcaklığı, hayatın devamlılığına kanıt mübadelenin telaşı. Ufak, dikdörtgen ve biçimsiz taşların yol olduğu sokakların engebeli heyecanı. Üsküdar’da yürümek güzeldir. Taşların arasına basan ayaklarınızın yorgunluğu, hayatı yaşadığınızı hatırlatan yolların yolu. Biraz zor ama imkânsız değil, biraz eğlenceli ama oyuncak değil. Üsküdar’ın geçmişi, eskiliği, yeni yeni alışmış yenileri, sessiz sakinleri ve o güzel yürümeleri… Işıltılı gecenin insanı mutlulukla saran sıcağında, bir el bir söz tutar ayağımızdan yırtar güzellik perdesini. Belki bir düşkün belki bir dilenci ama o güzel manzaraya düşmüş bir burukluk sebebi. Ancak arnavut kaldırımı, güzel ayakkabılarım ve markalı duruşum ile vicdana taviz vermemeli. Elimden düşen birkaç demir elçi, susturuyor içimin sesini. Birkaç saniyelik bir hayat dersi, ama müzik kaldığı yerden devam ediyor, ışıltılı gece göğe yükseliyor ve ben haylaz bir öğrenci. Sosyal sorumluluk yerine getirildi “modern” hayata kaldığı yerden devam edildi.

Bir ayakkabı telaşeli hayatımızda ne kadar önemli olabilir, ne derece merkezine oturabilir. Öğrenci evime her giderken hissettiğim tıkırtının, bana zevk veren Üsküdar yollarının sakince fısıldadığı “unutma beni, unutma kendini” gerçeği üzerine markalı ayakkabımla basarken; beni her “derdime” taşıyan ayakkabılarım ne kadar kalbime dokunabilir? Cebimde iki bin liralık bir “sorun” varken, aklım bir karış havada, gözlerim tozpembe bir hayatta, güzel şeyler yazan bir mücahitken sanalda, bir ayakkabı ne kadar hakikat olabilir ki?

Renkli ve bolca kıyafetin, markanın arkasına sığındımız “kederli” hayatımız; bir fotoğraf bir isim ve pişman oluşumuz, derin susuşlarımız… Recep GÖKÇE. Sıradan bir isim ancak sıradan bir insan değil. Bu dünyanın bazı sıradanlıklarından kurtulamamış, yanlış sistemlerin, eksik insanların, adaletsizliğin ve daha pek çok şeyin kurbanı olmuş bir “adam”. Bu yazıda ondan bahsetmeyeceğim ama. Kendisi, en başta kendisi oluşuyla benim anlatabileceğimden çok daha fazlasını en güzeliyle anlatmış. Haliyle duruşuyla, bir başka dünyasıyla, yüzümüze çarptığı tamahkârlığıyla; kendisini, ailesini, Karaman’ı, Anadolu’yu ve insanı…

Ben ayakkabıları anlatacağım. İnsanı insandan ayıran ayakkabıları, kargolanıp bizi başka bir insan yapan ayakkabıları. Bir resimle meşhur olup popüler olmanın malzemesi olan ayakkabıları.

Recep GÖKÇE, Üsküdar’ın güzel gecesinde bize kendimizi kötü hissettiren bir düşkün. Gerçek sorun ve sıkıntıları göz ardı ederek, yapılması gerekenleri esneterek, “bu kadarcıktan da bir şey olmaz canım” diyerek sürdürdüğümüz; bu sebeple küçük, önemsiz, bu dünyaya ait sorunları dert edindiğimiz hayatımıza dur diyen bir ikaz. İşin daha nefse yakın ve üzücü kısmı ise, ben nasıl verdiğim birkaç demir parayla vicdanımı susturuyorsam alınacak birkaç ayakkabı ile tüm sorunları çözdüğünü düşünen kamu ve biz “duyarlı” toplumun sadakası. İyi niyet ile yardım etmeye elbet sözüm yok. Kötü olan bunu yardım olarak değil gösterişli ve sorunlu hayatımıza devam edebilmek için verdiğimiz rüşvet olarak görmek. Bunun farkında bile olmamak. Ya da en kötüsü bunların hiçbirini yapmayıp, nedenini nasılını sormayı, “rüşvet” vermeyi aklına getirmediği halde bunları yapanları ayıp etmekle suçlamak. Bunu sosyal medyadaki trende uyma zaafiyetine kapılarak, kendi düşüncesinin değil başkalarının ağzı olmak.

Bugün, yarına büyüyerek yürümek istiyorsak. İyi bir insan, bir Müslüman hatta Kemalist bile olmak istiyorsak Recep GÖKÇE şu ayakkabıyı giymiş, ben bu ayakkabıyı giysem dahi yardım ettiğim ya da yardım etmeyi savunduğum için hayatıma devam edebilirim, devlet bu insanları hep yoksul bıraktı, kaymakam da şunu yaptı demek yerine; sorunu anlamaya çalışmak gereklidir. Sorunun ne olduğunu söylemek benim ne haddim ne de bilgim dâhilindedir ancak herkes kendince sorunu anlamalı ve çözüm için elini taşın altına koymalıdır.

Üsküdar’da en güzel şey yürümektir ama birisinin kalbine demir paralardan başka şeylerle dokunmak paha biçilmezdir…


GENÇ'ın Yazısı.