Bu şehir bir girdap. Baş döndüren, rüzgarıyla sersemleten, etkisinden kurtulamadığım ve her an biraz daha yok olduğum, canımı acıtan bir girdap.

Kudüs sadece bir dine ait değil. Bütün ilahi dinlerin bir taşı, bir mezarı, bir ilahisi var bu şehirde. Kaç kere yandı. Kaç kere yeniden yükseldi Mescid-i Aksa. Oklar uçtu. Kılıçlar çarpıştı. Mancınık gerildi. Alev topları geçti üstünden ama Kudüs’ün kaderi değişmedi. Kutsal mabetlerin kapısında silahlı bekçiler, gökyüzünde beyaz iz bırakan savaş uçakları. Oysa benim İsa’yı da Musa’yı da kabul ettiğimi, sevdiğimi bilse yanmazdı Kudüs.

Sessizdi sokaklar. Bir Ortadoğu kentine yakışmayacak kadar sessiz. Korku sinmişti insanların gözüne. Birbirlerine bakmadan yürüyorlardı. Köşe başlarında bir an bekleyip sokağı kontrol etmeden devam edemiyorlardı yola. Sadece çocuklar hürdü. Bakışları ürkek olsa da koşuşturmayı, top sektirmeyi ve itişip kakışmayı bırakmamışlardı. Gölgeler vardı. Kuru ağaçların, yorgun evlerin, oyun oynayan çocukların gölgesi. Güneş ışıkları dar sokaklara sızacak bir delik bulmuştu ama rüzgar ulaşamamıştı kemerli geçitlere. Birkaç yaprak düştüğü yerde nazlı nazlı savrulmadan kala kalmıştı.

Bu şehir bir girdap. Baş döndüren, rüzgarıyla sersemleten, etkisinden kurtulamadığım ve her an biraz daha yok olduğum, canımı acıtan bir girdap. Her köşede farklı bir tarih, her sokakta acı bir hikâye taşıyan Kudüs, başka hiçbir şeyin önemi yokmuşçasına kalbine, Mescid-i Aksa’ya çekiyor beni. Kiliseler, havralar silikleşirken her yerde Davud’un mührü. Bir dönem İslâm dünyasına kıble olan bu kutsal camide Mekke’ye dönüp ibadet ediyorum. Peş peşe sıralanmış sütunlar kırgın, minber kırgın, Burak’ın indiği toprak kırgın. Onun üç kutsal mabetten biri olduğunu kaç kişi hatırlıyor? Fotoğraflar bile unutmuş bu mukaddes evi. Her karede altın kubbesiyle ışıldayan çinilerin süslediği Kubbetü’s Sahra, Hz. Ömer’in Kudüs’e emaneti, dünyada ayakta kalan en eski İslâm yapısı. Sekizgen camii Muallak taşına hürmeten yapılmış. Cebrail’in zar zor sakinleştirdiği taş, dev cüssesiyle havada asılı kaldığında hamile kadınlar bebeklerini düşürmüş, çocukların nutku tutulmuştu ve güçlü adamlar göz yaşlarını tutamamıştı. Muallak Taşı bir destekle yer yüzüne bağlandığında sükun bulmuş kullar.

Bir taşın bile üç ayrı hikâyesi var bu şehirde. Yahudiler için babasının İshak’ı kurban etmek için götürdüğü, bir zamanlar Ahd-i Atik sandığını taşıyan, kainatın ilk yaratılmış parçası. Hıristiyanlar için İsa’nın adalet kürsüsünü taşıyacak, mahşer meydanının merkezi olan bu taş benim için miracın hatırası. Dar merdivenlerden kayanın altındaki mağaraya indiğimde doğanın sesi durmuş, sakinliğin gürültüsü etrafımı sarmıştı. Yalnızdım.

Şam kapısını yaptıran Sultan Süleyman neredeyse şehri yeniden imar etmiş. Sokaklarda gezerken küçük ayrıntılara, zarif kıvrımlara gizlenen Osmanlı izlerine rastladım. Dar geçitlerden geçip Zeytin Dağı’na çıktım. Yamaçtan kum rengi şehre baktığımda Yahudilerin en kıymetli mezarlığı Kıyamet Vadisi ayaklarımın altında uzanırken Kubbetü’s Sahra tepenin üstünde bir mücevher gibi parlıyordu.

Geçmişin anıları, geleceğin müjdeleri var bu diyarda. Beytlahm’da İsa’nın doğduğu mağara ve üzerinde yükselen görkemli kilise, on bin yıllık şehir Eriha, Hz. İbrahim’in, Yakup’un, Yusuf’un, İshak’ın, Rabiatül Adeviye’nin kabirlerinin bulunduğu Filistin toprakları, Yecüc Mecüc’ün yok olacağı ova ve Yahudilerin umutları.

Süleyman mabedi kadar heybetli bir bina yapılmadı bu şehre. Altın kapılar güneşe geri yolladı ışıklarını. Nebukatnezar tapınağı yaktığında Musa’nın halkı göz yaşı döktü. Ahit sandığı efsanelerde kaldı. Şehirden sürülenler Kudüs için dua etti. Babil’den dönen Yahudileri kendi dininden olmasına rağmen istemedi şehir halkı. Onlar ne Ensar’dı ne de Muhacir. Tapınak ikinci kere kavga ve ıstırapla yükseldi. Sönüktü, peygamber eli değmemişti üstüne. Hüzünlüydü, boştu ahit sandığı. Yine kana bulandı Kudüs, yerle bir oldu. Kardeş kardeşi istemedi toprağında. Hristiyanlık ve İslâm dünyaya gelmeden önce de paylaşamadılar Kudüs’ü.

İsa son pazar gününde şehrin doğusundaki altın kapıdan girdi Kudüs’e. O Mesih’ti. Milat bu topraklarda onunla başladı. Kutsal Kabir Kilisesi’nde son buldu yolculuğu. Bugün Hristiyanlar Mesih’i Kudüs’te bekliyor. Hüzün Yolu’nda ilerleyerek onun dinlendiği yerde durup, düştüğü yerde ağlayarak hacı oluyorlar.

Mekke sadece Müslümanların, Vatikan ise Hristiyanlarındı. Kim bilir belki de Yahudileri bu kadar hırçın ve çaresiz yapan sadece kendilerine ait kutsal toprakları olamayışıydı. Kudüs’ün başına kim geçse bu şehrin kendi dinine ait olduğuna inandı. Yaktı, yıktı, sürgüne yolladı ama hiçbiri Osmanlı kadar anlayışlı olmadı. Şehrin kapısına “Lailahe illallah İbrahim Halilullah ” (Allah’tan başka ilah yoktur. Hz. İbrahim Allah’ın dostudur.) yazacak kadar kucaklayıcıydı padişah.

Kudüs’ü bulamıyorum. Sokaklar puslu. Ancak dağınık parçalarına rastladığım mükemmel şehir nerede? Yahudiler Süleyman mabedinin kalan tek duvarına istek mektupları sıkıştırmayı bırakıp, dinin arkasına saklanan kötüler toprağa karıştığında. Müslümanlar barış içinde yaşayacak bu kutsal topraklarda. İşte o gün geri dönüp yeniden dolaşacağım bu şehri. Ezan sesine kızmayacak papaz ve çan sesi korkutmayacak seccadedeki kadını.


Hande Berra'ın Yazısı.