İslâm, her Müslümandan kendi özbenliğini negatif duygu ve düşüncelerden arıtmasını ister ve bunun nasıl gerçekleştirileceğinin yollarını gösterir. Ancak bu iş kolay bir iş değildir. Kolay olmaması başarılamaz olduğu anlamına da gelmez.

Dünyevî olsun, uhrevî olsun başarılı olmanın en önemli vasıtalarından biri, zorluklar karşısında çözülmemek ve azim, sebat, sabır, tevekkül ve ümitle hedefe giden yolda devam edebilmektir. Tarih bunun sayısız misalleri ile doludur.

Bütün peygamberlerin, kurucu liderlerin, kanaat önderlerinin, âlim ve âriflerin hayat hikâyelerinde bu hakikat açıkça görülür.

Başarı, çoğu zaman zorluk geçidinden sonra erişilen bir cennet bahçesidir. Rabbimiz, sâlih kullar kıvamına erişme yolculuğunu, bir tepeyi tırmanmaya benzetir. Birçok kimsenin böyle bir tırmanışı göze alamadığına da dikkat çeker ve buyurur ki:

“(İnkarcı insana da yükselme ve alçalma yollarını gösterdik ama) o, sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir bilir misin? Bir kölenin azad edilmesi (ve kişinin kendi nefsini ateşten kurtarması)dır. Veya açlık gününde yakını olan bir yetimi, yahut toz toprak içinde kalmış bir yoksulu doyurmaktır. Sonra (bütün bunları yaparken) iman edenlerden, birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden ve birbirlerine merhameti tavsiye edenlerden olmaktır. İşte böyleleri dürüstlüğe ve erdemliliğe erişmiş olanlardır.” (Beled Sûresi, 11-19)

İyilerden olmak, öncelikle kendi içinde, nefse (özbenliğe) karşı zafer kazanmakla başarılabilir. Zira içinde sürekli kötülük fısıldayan, “ben” merkezli bir hayat anlayışına kilitlenen, menfaat ve arzularını putlaştıran bir benlik ile Rabbimiz’in gösterdiği sarp yokuşu tırmanma imkânı yoktur. İnsanın kendini aşması, ancak bu yönünün üstesinden gelmesi ile mümkündür. İşte bu sebepledir ki İslâm, her Müslümandan kendi özbenliğini negatif duygu ve düşüncelerden arıtmasını ister ve bunun nasıl gerçekleştirileceğinin yollarını gösterir. Ancak bu iş kolay bir iş değildir. Kolay olmaması başarılamaz olduğu anlamına da gelmez. Zorlukla beraber kolaylığın lütfedileceği asla unutulmamalıdır. Rabbimiz bu ezeli ve ebedî hakikate şöyle işâret eder:

“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (İnşirah Sûresi, 5-6)

Allah Resûlü’nün –sallallahu aleyhi ve sellem- hayatında zorluklardan sonra kolaylığın en güzel tecellilerini görmek mümkündür. Önce yetim olarak dünyaya geliş, zor bir çocukluk ve gençlik döneminden sonra peygamberlikle şereflendiriliş, sonra çile ve sıkıntılar, hatta çok sevdiği vatanı Mekke-i Mükerreme’den çıkarılış ve on yıl sonra muzaffer ve gıpta edilen bir lider olarak Mekke’ye yeniden dönüş.

İnsan hayatında zorluğun peşinden kolaylıklar ve güzellikler ortaya çıktığı gibi toplumların hayatında da kıtlık-bolluk, mağlubiyet-galibiyet, inişler-çıkışlar hep yan yana olagelmiştir. Öyleyse zorluklar, ümitsizliğe ve çözülmeye, kolaylıklar da  şımarıklığa ve taşkınlığa sebep olmamalıdır.

Mü’min her bir hâl içinde kazanabilmelidir. Zorluğa sabır göstererek, kolaylığa da şükrederek Hak katında ecre nail olabilmelidir.

Nice başarılar, nice zorlukların peşinden lütfedilmiştir. Ülkemizin son yüzyılında yaşananlar, bu hakikatin en yakın şâhidi ve delilidir. Şu hatıra bunun canlı bir misalidir:

“Cevat Akşit hoca, İmam-Hatipli bir grup arkadaşıyla, Başbakan Adnan Menderes’ten içinde bulundukları durumu bizzat anlatmak için randevu talebinde bulunur. Çünkü Türkiye genelinde İmam-Hatiplerin yüksek kısmının açılması için genel bir talep oluşmuştu. Bütün Türkiye’deki İmam-Hatip dernekleri birleşti, başbakana gitme kararı alındı.

O dönemde mecliste, İmam-Hatiplerin varlığını bile içine sindirememiş, Yüksek İslâm Enstitüsü açılmasına karşı direnen zinde bir güç vardır. DP kabinesinde bile bu projeye direnen, CHP ile hareket eden bir grup bulunmaktadır. Bu grup da Milli Eğitim Bakanı Celâl Yardımcı gibi Bayar’dan destek alıyordu. Menderes bu konuda kendi partisindeki arkadaşlarına bile söz geçiremiyordu. Cumhuriyet Halk Partisi’nin canlı tuttuğu irtica yaygarasına onlar da inanmaya başlamıştı.

Adnan Menderes’in kabinesinde grup başkan vekili olarak bulunan Baha Akşit, Cevat Akşit’in amcasıdır. Başbakanın sağ kolu sayılır. Kendisi bakan olmadı, ama daimî grup başkan vekillerinden biri olarak bakanların seçilmesinde önemli bir rolü olmuştur. Cevat Akşit, Başbakan’a amcası aracılığıyla ulaşmak ister. O da yeğenine, biraz zor ama gelin bakalım görüştürmeye çalışalım, der. Bu arada Menderes’in İmam-Hatipleri çok sevdiğini söylemeyi de ihmâl etmez. Heyette zengin tüccarlar, iş adamları, emekli bürokratlar bulunmaktadır. Ve içlerinde Cevat Akşit gibi İmam-Hatipten mezun olmuş talebeler de vardır.

Kalabalık bir heyet Ankara’ya geldiğinde Baha Akşit Başbakana, Türkiye’nin dört bir tarafından İmam-Hatip heyetinin geldiğini, randevu talep ettiğini söyler. Bu sıralarda Menderes işlerin yoğunluğu ve yaklaşan tehlikenin ayak seslerini hissettiğinden kimseyle konuşmamaktadır. Başbakan, yakın dostu Baha Akşit’e:

“Yahu Baha, kimseyi kabul etmiyorum, ama İmam-Hatiplilere de hayır diyemem ki! Onlara karşı zaafım var. Diğerlerine karşı emsâl teşkil etmemesi için gece saat 22’de Başbakanlık’ın arka kapısından birer ikişer girsinler, o zaman, ben polislere tembih ederim,” der. Bundan sonrasını Cevat Akşit’ten dinleyelim:

“Başbakanlık’ın arka kapısından girdikten sonra bizim heyeti Bakanlar Kurulu odasına aldılar. Oval masanın etrafını doldurmuştuk. Menderes saat 22.00’de içeri girdikten sonra birlikte geldiği polise,

“Oğlum sen çık” diyerek koruma polisini çıkardı ve kapıyı kilitledi. Kimse buraya girmeyecek diye de tembihledi. Masanın bir ucunda Başbakan oturuyor, öbür ucunda tam karşısında ben oturuyorum.

Heyetin sözcüsü, Konya İmam-Hatip müdürü Bekir Elam’dı. Halk partiliydi ve güzel konuşuyordu. Kalktı, konuşmaya başladı ve üç-beş cümle kurduktan sonra, Başbakan:

“Lütfen oturun beyefendi!” dedi.

Sonra sözü kendisi alarak Türkiye’deki komünist faaliyetleri, masonik çalışmaları uzun uzun anlattı. Hepimizi şöyle bir süzdükten sonra konuşmaya devam etti. Şu sözlerini hiç unutamam:

“Benim müsteşarım bile masonların reisi. Beni bu kadar bunalttılar, etrafımı çevrelediler. Ben Müslümanım. Türkiye’nin de ayakta kalmasının teminatı İslâm’dır, imandır. Eğer bugün biz ayaktaysak, beyaz örtülü bir ninenin veya aksakallı bir dedenin kucağında büyümüş bir nesil olarak ayaktayız. Arkadaşlarım beni desteklemiyor, laikliğe aykırı görüyorlar bu okulların açılmasını. Yalnızım arkadaşlar... Çok yalnızım... Burnumun dibine bile bu tip adamlar koyuyorlar” dedi.

Bu son cümleyi söyler söylemez hüngür hüngür ağlamaya başladı. Hem kendisi ağladı, hem de heyette bulunan herkesi ağlattı. Ortalık bir süre sessizliğe büründü. Sessizliği yine Başbakan’ın konuşması bozdu:

“İmansız, İslâmsız yaşanmaz. Arkadaşlar şundan emin olun, hayatım pahasına da olsa İmam-Hatip okullarının yüksek kısmını açacağım.”

Bu son cümleyi söylerken henüz savaşı kaybetmemiş kumandan gibi kendinden emin ve çok kararlıydı. Menderes’in bu konuşması yaklaşık iki saat sürdü. Halk partililer dahi onun samimiyetine inandılar.”1

Hulâsa zorluklar karşısında iradesi çözülenler, başarının hazzından ve huzurundan mahrum kalmaya mahkûm olacaklardır.


1- Hüseyin Yorulmaz, Bir Neslin Öncüsü Celâl Hoca, s. 254-257.


Adem Ergül 'ın Yazısı.