Ömer Yalçınova

Dile dökülemeyenleri, kalpte taşımak zordur. Her kalp bunu taşıyamaz, çatlar, bunalır, bozulur. Ve bu bunaltı başka şeylere de sirayet etmeye başlar.

Çalışmakta olduğumuz iş yerinde bir sürü haksızlıklarla karşılaşırız. Yalnızca bize yapılan haksızlıklar değildir canımızı acıtan, çalışma arkadaşlarımıza veya dışarıdan gelenlere karşı yapılanlar da vicdanımızı yaralar. Ve ister istemez şahidi olduğumuz haksızlığa karşı gelmek, dur demek isteriz.

Dinimiz bunu gerektirir. Nerede bir haksızlık varsa elinle, dilinle, olmadı kalbinle ona karşı çık. Önce elinle durdurmaya çalış. Fakat buna gücün yetiyor mu? Bazı şeyleri değiştirebiliyor musun? Onlara karşı durabiliyor musun? Bu güç ve irade sende var mı? Hatta iş yerinden atılmak tehlikesini göze alarak bunları yapabilir misin? Büyük çoğunluk buna hayır diye cevap verecek.

O zaman çarkların içine dahil ol. Yum gözünü, kapat kulağını ve çeneni, sonra da geç köşeye otur. Sızlanmaya ne gerek var? O haksızlığı dile getirerek, hatta biraz da dedikoduya vardırarak hem kendi kalbini ve zihnini hem de dinleyenlerinkini karartmanın alemi nedir? Müdahale edemiyorsan, susman gerekmez mi?

Dilinle, yani sözünle haksızlığı önlemeye çalış. Fakat bunu haksızlığı yapan kişinin yüzüne söyleyerek yapmalısın. Her şeyin bir ahlâkı vardır. Burada olmuş bir şeyi, başka bir yere taşıyarak, orada yalnızca fitne çıkarabilirsin, yoksa yapılan haksızlığı önlemiş veya haksızlık yapan kişiye müstehak olan cezayı vermiş olmazsın. Bir haksızlıktan, başka haksızlıklar, bir cürümden başka cürümler doğurmuş olursun.

Yüzüne söyleyemediğini arkasından konuşarak, o kişinin yaptığı haksızlığı büyütmüş, yaymış ve sonuçta ona ortak olmuş olursun. Yüzüne de söyleyemiyorsun, yapılan haksızlığı dilinle düzeltemiyorsun. Sustun. Kalbinle konuşuyorsun ve o kişinin fiiline karşı buğz ediyorsun. Eyvallah! Fakat nereye kadar? Hani içine at at, kendini yer bitirirsin derler. Evet, dayanmak kolay değil. Dile dökülemeyenleri, kalpte taşımak zordur. Her kalp bunu taşıyamaz, çatlar, bunalır, bozulur. Ve bu bunaltı başka şeylere de sirayet etmeye başlar. Örneğin kalbinde söyleyemediği şeyleri taşıyanlar, onun ağırlığına tahammül edemeyenler, mantıklı düşünemez olur. Normalde tepki vermeyeceği, yani vermesi gerekmeyen şeylere bile aşırı tepki gösterir. Sesini ayarlayamaz. Bağırmaması gereken yerlerde bağırır. Susmaması gereken yerlerde ise susar. Ona soru sorarsanız mesela, sorunun cevabını değil başka şeyleri anlatırken bulursunuz onu. Çünkü onun kalbindeki ağırlık zihnini olumsuz yönde etkilemeye, hatta Allah korusun sadece akıl ve kalp sağlığını değil vücut sağlığını da bozmaya başlamıştır.

İlişkiler problemli hale gelir. Çünkü kalpte halledilmemiş bir mesele durmaktadır. Gidip onu bir kuyuya mı haykırmalı? Dağlara çıkıp, oradan mı bağırmalı? Ne yapmalı? Kimseye söyleyemiyorsun, çünkü söylediğinde o haksızlığa dahil olmuş, belki de haksızlığın suçunu paylaşmışsındır. Çünkü dedikodu bu anlama gelir. Dedikodu fitneyi büyütür, haksızlıkları fitnenin kargaşalığında unutturur. Doğruyla yanlışın, haklıyla haksızın, kötüyle iyinin ayrımına varacağımız ilkeleri belirsizleştirir, yok eder.

Şikayetten söz etmediğimiz anlaşılmıştır galiba. Şikayet de bir nevi mücadeledir. Birilerine söylemektir ama dedikodu mahiyetinde değil. Çünkü şikayette bulunacağın merci konuyla ilgili güce, yetkiye sahiptir. İspiyonlamakta herhangi bir bedel göze alınmaz, sorumluluktan kaçılır. İspiyonlayan kişi gizlenmiştir. Ama şikayette bulunan kişi sözlerinin, ettiği şikayetin bedelini karşılamaya hazırdır; saklanmaz ve inkar etmez. Şikayette bulunan kişi, gerçeğin peşindedir, “Hakikatin şu olduğunu düşünüyorum” demek ister. İddia sahibidir. Oysa haksız da çıkabilir. İspiyonculukta ise hata payı yoktur, iddia edilen şeyle yüzleşmek veya gerçeği aramak söz konusu değildir.

Ne yapacağız o zaman? Çalışacağız! Evet, bu kadar, tek kelime! Çalışacağız! Zulme, haksızlığa, yalana ve yanlışa verilecek en büyük cevap çalışmaktır. Hakkı gözetilerek, iyi yapılan bir iş bütün zulümlerin karşısında duracaktır.


GENÇ'ın Yazısı.