Yaş ilerledikçe, zaman geçip hayatın önemli köşe başları bir bir dönüldükçe bizi yeni nîmetlerle buluşturan Rabb’imiz, zaman zaman bizi de içerisine dâhil edebileceği nice kullarını da sıkı bir imtihana tâbi tutabiliyor.

Adam çarşıdan evine dönüyordu. Yolda, güç belâ kazandığı parasına kıydı, imkânı elverip de uzun zamandır evine götüremediği baldan yarım çingil satın aldı. Eve geldiğinde, kapıda, üç arkadaşının kendisine sürpriz ziyareti ile karşılaştı. Hep beraber içeri girerken, arkadaşlarından biri:

-Oooo, bal da almışsın, muhabbet içre ne iyi gider, dedi.

Adamın biraz canı sıkıldı. Ne çâre ki biraz sonra sofra kuruldu ve o azıcık bal, mecburen, bütünüyle, ekmekle beraber ortaya kondu.

Misafirler, başladılar baldan yemeye. Arada muhabbeti demliyorlar, eski hâtıralardan bahsettikçe neşeleri ziyâdeleşiyordu. Ev sâhibi ise bozuntuya vermemeye çalışıyor, sofradaki bal tükenmeden arkadaşlarının doymaları için içten içe dua ediyordu.

Olmadı, ekmeği bal kabına daldırdıkça daldıran misafirlerin dur durak bildiği yoktu. Nihâyet bir fırsatını buldu ve:

-Beyler, fazla kaçırmayasınız, dokunur haa.. diyebildi..

Arkadaşlarından biri, ânında lafı yapıştırdı:

-Devam beyler devam, biz yedikçe kime dokunacağı belli!..

Adam, kahkahaya boğulan arkadaşlarıyla beraber gülmeye çalıştı ama bu, sırıtmanın ötesine geçmedi.

Hâlinden anlayacaklarına dâir ümîdi de git gide azalmaya başladı. Yarısından fazlası tüketilmiş bal kabına acı acı baktı ve:

-Yâhu bilir misiniz, nîmete epey de para vermiştim... dedi.

İkinci arkadaş:

-Ne versen değer kardeşim, ne versen değer bu bala, devam arkadaşlar! diye diğerlerini daha bir aşka getirdi.

Ortam neşelendikçe diyecek söz de bulamayan bîçâre adam, kaptaki sünnetlenmeyi bekleyen son bal birikintisine son bir ümitle ama artık ayarı kaçmış gözlerle baktı ve bitkin bir sesle:

-Çoluk çocuk da hiç tatmamıştı, diye inledi...

Bu sefer üçüncü arkadaş:

-Yâhu arkadaş bu iş çoluk çocuk işi mi, davranın hele! dedi ve o üç misafir arkadaş (!) yıkanmasına gerek kalmayacak şekilde kabı baldan tertemiz ettiler...

* * *

Biraz da tebessüm ettiren bir hikâye lâkin derdim başka benim..

Ne kadar kolay harcıyor, ne kadar kolay tüketiyoruz. Elimizdeki nîmetlerin hangi zor şartlar altında zamanımıza taşındığını okuyoruz, öğreniyoruz, biliyoruz, hatta anlatıyoruz ama onların kullanım ve değerlendirmesine yönelik, belki kendimizin de içerisinde bulunduğu güle oynaya tüketim çılgınlığına bir türlü son veremiyoruz.

Merhum dedem, “Oğlum bu dünyada, gören adamın, kör adama borcu var.” der dururmuş.

Biz, artık dünyada herkes görüyormuş, görmeye başlamış gibi, aç, yokluk içerisinde, üşüyen, hasta, öksüz, yetim, işsiz, çâresiz kimse kalmamış olma hissiyatından da Allah’a sığınmayalım mı?

Yaş ilerledikçe, zaman geçip hayatın önemli köşe başları bir bir dönüldükçe bizi yeni nîmetlerle buluşturan Rabb’imiz, zaman zaman bizi de içerisine dâhil edebileceği nice kullarını da sıkı bir imtihana tâbi tutabiliyor.

Şehrin ücrâ sokaklarında fukarâlık, devâsızlık, dertlilik hâlen kol geziyor. İnsanın, insana olan muhtaçlığı, hatta mahlûkatın Yaratıcısı tarafından güce kavuşturulmuş insana olan muhtaçlığı devam ediyor.

Gerek devlet eli, gerekse kurum ve kuruluşlar vesîlesiyle imkâna eren nice ihtiyaç sâhibi varken bile, yine de bizde var olanın kendisindeki yokluğuyla acı çeken, üzüntü duyan, iş göremeyen, bekleyen, incinen hatta kalbi kırılan nice insan var... Kalbi kırılan... En ağırı da bu. İmkânı olup da kendisine yardımcı olmayana muhtaç ve mazlumun kalp kırıklığı nasıl tâmir edilecek? Çok zor.

Ortopedi doktoruna “kırık” şikayetiyle gelip muayene olmak isteyen adamı doktor evirmiş çevirmiş, iyice bir kontrol etmiş, sonra bıyık altından gülerek hastasına şöyle demiş:

-Beyefendi, sizin tüm bedeninizi kontrol ettim ama tespit ettim ki kalbiniz kırılmış.

-O halde tamir et, demiş, adamcağız.

-O’nu ancak kıran tâmir eder, benim gücüm yetmez, deyivermiş doktor.

Buyur buradan yak, hesabı, bal gibi zordayız, vesselam.


Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.