Türk Musikîsinin Son Üstadı: İsmail Dede Efendi
Üçüncü Selim devrinin umumî hayatta çok mütereddit olan garpçılığını, kendi zevkimizde rokoko rönesansını, İkinci Mahmud devrinin kanlı ve elîm hâdiselerini ve 1826’dan sonraki ümit ve azaplarını, Abdülmecit zamanının toptan yenileşme ve değişme kararlarını gördü. Eseri, bu uzun ve buhranlı devrin vesika mahiyetinden öteye geçebilecek tek mahsulüdür, demek belki de hatalı olmaz. Filhakika, zamanında ve hatta daha ötesinde konuşan tek ses, onun sesidir.
İstanbul Şehzadebaşı’nda, 9 Ocak 1778’de doğar. Doğumu kurban bayramının ilk gününe denk geldiği için İsmail ismini alır. Mevleviyye Tarikatı’na mensup olduğundan “İsmail Dede Efendi”, babası hamam işletmeciliği yaptığı için de “Hamamizade” diye tanınır. Hekimoğlu Ali Paşa Camii’nin hemen yanındaki Çamaşırcı Mektebi’ni bitirdikten sonra defterdarlıkta Başmuhasebe Kalemi’nde katip muavini olarak çalışmaya başlar.
Öğrencilik yıllarında sesinin güzelliği farkedilerek ilahicibaşı olur. İlk musikî derslerini sesini bir merasimde dinleyip beğenen Anadolu Kesedarı Uncuzade Mehmed Emin Efendi’den alır. Düzenli olarak devam ettiği Yenikapı Mevlevihanesi’nde Ali Nutki Dede ile kardeşi Abdülbaki Nasır Dede ve devrin ileri gelen diğer musikîşinaslarından faydalanarak kendini yetiştirir. 1798 tarihinde Nutki Dede’ye intisap ederek çileye girer. Kısa bir süre sonra babasını kaybeder. Hemen burada bir not düşerek mevlevilikteki çile uygulamasını açıklamakta fayda var:
Çile Nasıl Uygulanır?
Mevlevilikte manevi bir eğitim sistemi olarak tasarlanan ve çile adı verilen bir sistem geliştirilmiştir. Tarikate giren kişi bin bir gün süren bir eğitimden geçer. Şöyle ki, Mevlevi olmaya karar veren kişi gençse ailesinin rızasına başvurulur. Kendisine bu yolun güçlükleri anlatılır, buna rağmen devam etmek isterse “matbah” denilen eğitim bölümünde, kapıdan girince hemen sol tarafta, kapı dibinde bulunan postta üç gün oturtulur. Bu üç gün içinde iki diz üstünde başı eğik olarak oturan aday, orada yapılan işleri seyreder, mecburiyet olmadıkça konuşmaz, mecbur olmadıkça posttan kalkıp bir yere gidemez. Üç gün sonra huzura çıkar, kararında durduğunu söylerse, geldiği elbiseyle on sekiz gün getir-götür işlerine bakar. On sekiz günün sonunda ona artık mevlevilerin özel kıyafetleri giydirilir ve çilesi başlamış olur. Çile esnasında ortalığı silip süpürmek, odun getirmek, çarşıdan alış-veriş yapmak, çamaşır yıkamak gibi günlük işleri yapmaktan başka mutlaka semâ yapar, mesnevi okur, kabiliyeti varsa ney üfler, kudüm vurur, ayin okur ve musikî sanatı ya da hat, tezhip, minyatür gibi diğer güzel sanatlarla ilgilenir. Bu sürece, çilesini doldurmuş, hücre sahibi olmuş “dede”ler nezaret eder.
Hammamizade İsmail Dede Efendi, çilesinin ikinci yılında iken yazdığı “Zülfündedir benim baht-ı siyâhım” mısrasıyla başlayan buselik şarkısı musikî çevrelerinde büyük yankı uyandırır. Uslûp ve melodik yapı açısından farklılık arz ettiği için eserin bestekârını merak eden III. Selim, İsmail Dede’yi saraya çağırarak şarkıyı kendisinden dinledikten sonra takdirlerini bildirir. Zira Osmanlı sarayı her zaman musikîye ehemmiyet vermiştir. Enderun’da istidatlılar çok dikkatli bir musikî tahsili görürlerdi.
Padişah Takdiri
1801’de çilesini tamamlayarak “Dede” ünvanını alır. Tarih konusunda tam bir mutabakat yok ama Ali Nutki Dede’nin Defter-i Dervişan’daki kaydında bu tarih geçer. Bir müddet sonra bestelediği “Ey çeşm-i âhû hicr ile tenhâlara saldın beni” mısrasıyla başlayan hicaz nakış bestesi de musikî çevrelerinden aynı ilgiyi görür (İnternetten ufak bir arama ile bu bestenin koro halinde söylenişini bulabilir ve gönlünüzün susuzluğunu giderebilirsiniz). Şöhreti iyice yayılmaya başlayan İsmail Dede, tekrar saraya çağrılıp padişahın takdirlerine mazhar olduğu gibi haftada iki defa sarayda düzenlenen küme fasıllarına hânende olarak katılması istenir.
Saraylı bir hanımefendi olan Nazlıfer Hanım ile 1802’nin ilk aylarında evlenmesiyle birlikte dergahtan ayrılarak Akbıyık mahallesinde kiraladığı bir eve taşınır. Ayin günleri mevlevihaneye gidip kendi odasında musikî dersleriyle meşgul olan İsmail Dede 1804’te şeyhi Ali Nutki Dede’yi, bir yıl sonra ilk çocuğu Salih’i kaybeder. Oğlunun vefatı üzerine hissettiği derin üzüntüyü, “Bir gonca-femin yâresi vardır ciğerimde” mısrasıyla başlayan bayâti murabba bestesiyle dile getirir. 1808’de hem annesi hem de onu himaye eden III. Selim vefat eder. 1810’da ikinci çocuğu Mustafa’yı da kaybeder.
II. Mahmud devrinde sarayla münasebetleri gelişerek devam eder. 1812’de müezzinbaşılığına getirtilir. Bizzat padişah tarafından nişan ile mükafatlandırılır. Sultan Abdülmecid döneminde müezzinbaşılık görevi devam etmesine rağmen sarayda eski samimi havayı bulamadığını söyler. Sultan Abdülmecid tarafından kendisine Ahırkapı civarında bir konak verilir. Dört yıl sonra talebeleri Dellâlzâde İsmail ve Mutafzâde Ahmed Efendiler’le birlikte padişahtan hacca gitmek için izin alır. O dönemlerde Mekke’de kolera salgını vardır, Hac’ın hemen akabinde, doğduğu gün olan Kurban bayramının birinci gününde Mina’da, 1846’da vefat eder. Mekke’de Cennetü’l-muallâ’da Hz. Hatice’nin ayak ucuna defnedilir.
“Zamanının Ötesinde Konuşan Tek Ses, Onun Sesidir”
Son sözü İsmail Dede hayranı olan Ahmet Hamdi Tanpınar, fevkâlâde Türkçesi ile söylesin:
“İsmail Dede, Itrî, Zaharya, Tab’î Mustafa Efendi, Ebubekir Ağa gibi her biri musikîmizin ayrı bir devrini temsil eden büyük musikîşinaslarımızın sonuncusudur. Belki bu saydıklarımın aralarında bizim henüz tanımadığımız, yahut tekâmül zincirinde yerini henüz tayin edemediklerimiz vardır. Musikî tarihimizin henüz yazılmadığını başta hatırlatmak en doğrusudur. Fakat böyle de olsa Dede’nin vaziyeti değişmez. O, Türk musikîsinin son büyük üstâdıdır. Hatta daha ileriye giderek diyebiliriz ki, bir inkırazı, muhteşem bir zafer yapan dehasıdır.
İsmail Dede, Osmanlı İmparatorluğunun, bir inkırazla beraber yürüyen medeniyet ve kültür değiştirme devrinin başında, neticeleri hayatımızda bugün dahi hissedilen vahim hâdiselerin arasında yetişti. Üçüncü Selim devrinin umumî hayatta çok mütereddit olan garpçılığını, kendi zevkimizde rokoko rönesansını, İkinci Mahmud devrinin kanlı ve elîm hâdiselerini ve 1826’dan sonraki ümit ve azaplarını, Abdülmecit zamanının toptan yenileşme ve değişme kararlarını gördü. Eseri, bu uzun ve buhranlı devrin vesika mahiyetinden öteye geçebilecek tek mahsulüdür, demek belki de hatalı olmaz. Filhakika, zamanında ve hatta daha ötesinde konuşan tek ses, onun sesidir.
Yusuf Temizcan'ın Yazısı.