Bir insan, yüreğinde neyi hedef haline getirirse, her şey o hedef için vasıtaya dönüşür. Bu itibarla ilâhî rızaya nailiyet niyetiyle hayır ve hizmetin mıknatısı haline dönüşmek ne büyük bir bahtiyarlıktır!

Rabbimiz’in bizi var kılma iradesi neticesinde var oluşumuz, ne büyük bir nimettir! Var oluşumuzu şu âlemde sürdürme adına alıp verdiğimiz her bir nefes de ayrı bir ikrâm-ı ilâhîdir. Zira âhiret sermayesinin kazanılma ve zenginleştirilme imkân ve fırsatı, ancak bu âlemdedir. Bu hususta Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin şu tespiti dikkat çekicidir:

“Dünyanın bir saati, âhiretin bin senesinden daha kıymetlidir. Zîrâ orada kurtuluşa kavuşturacak bir amel yapılamaz.”

Öyleyse şu âlemde yaşadığımız her bir nefes önemlidir. Fakat sayılı nefesler elbette bir gün sonlanacaktır. Bu sınırlı nefesler içinde hayrımızı daha da çoğaltma adına ömre ömür katmak mümkün müdür? Şu âyet-i kerime böyle bir sırrı fısıldar gibidir:

“Kim güzel bir (işte) aracılık ederse, ona o işin sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir (işte) aracılık ederse, ona da o kötülükten bir pay vardır. Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Nisâ Sûresi, 85)

Kendi yaptığınıza başkalarının yaptığından pay eklemek, ne büyük bir fırsat kapısıdır! Hem de onların kazançlarını eksiltmeden. Hatta onları da kazandırarak… Hayra aracı olmak, sâlih amel işleme adına tam da ömre ömür katmaktır. Allah Resûlü –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insanların hayra ya da şerre vesile olmalarını, bir anahtar rol olarak tanımlar ve buyurur ki:

“İnsanlardan öyleleri vardır ki, onlar hayra anahtar, şerre de kilittirler. Öyleleri de vardır ki şerre anahtar hayra kilittirler. Allah’ın, ellerine hayrın anahtarlarını verdiği kimselere ne mutlu! Allah’ın, şerrin anahtarlarını ellerine verdiği kimselere de yazıklar olsun!” (İbn Mâce, Mukaddime, 19)

Etrafımızda her iki tanıma uyan nicelerini tanırız. Biz hayra anahtar, şerre kilit olma yönünde ömre ömür katma meselesine yoğunlaşalım ve nasibimizi bu kapıdan almaya niyet edelim.

Her insanın istidâdı, imkânı ve fırsatları farklıdır ve sınırlıdır. Her hayrı bizzat işlemeye kimsenin iktidarı olamaz. Yüreğinde büyük niyetler ve azimler saklasa da onları hayata geçirmek çoğu zaman mümkün olmaz. Kişi elbette ciddi olarak yapmayı arzuladığı hayır niyetlerinden de ecir kazanır; ancak o hayırların gün yüzüne çıkması, elbette çok daha önemlidir. İşte hayra anahtar olma, böyle büyük yürekler için zengin bir fırsat kapısıdır. Bunu başarmanın ilk şartı, derya gönüllü olabilmektir. Yani başkasının hayrını kıskanmamaktır. O hayrın başkasının elinden çıkmasından içi burkulmamak ve hatta vesile olduğu için sevinebilmektir. Bu alanda dar gönüllülük, bilgisizlikten ve inanç zafiyetinden kaynaklanır. Zira “bir hayra vesile olanın onu yapan gibi aynı ecre ortak olacağı” gerçeğinin farkında olan kimse, böylesi durumlarda içi daralmaz; aksine süruru ve şükrü artar.

Bu sırrın farkında olan uyanık gönüller, hem kendi hayırlarını çoğaltmak ve hem de insanları kazandırmak niyetiyle bir “hayır avcısı”na dönüşürler. Bir insan, yüreğinde neyi hedef haline getirirse, her şey o hedef için vasıtaya dönüşür. Bu itibarla ilâhî rızaya nailiyet niyetiyle hayır ve hizmetin mıknatısı haline dönüşmek ne büyük bir bahtiyarlıktır!

Böyle bir insan, kendi mâlî imkânı olmasa bile bu lütfa mazhar olmuş insanların önüne projeler kor ve teşvik edici olur, böylece hem o zengine kazandırır, hem de kendisine manevî bir hesap açmış olur.

Makam sahibi olmayabilir; fakat nice makam sahiplerine yapabilecekleri hayırları fısıldar, iktidarlarını hayra sermaye kılar, hem onların hem de kendisinin âhiret sermayesine hisseler katar.

Belki ilim sahibi değildir ve fakat âlimlerin ilminden istifadenin yolunu ve imkânını açar, nasibini çoğaltır. Kitap yazdırır, ilim meclisi kurdurur, konferanslar, paneller icra eder.

Yetimleri, kimsesizleri ve muhtaçları görüp gözetecek vakıf, dernek vb. organizasyonların teşkilinde rol alır, kıyamete kadar akacak bir manevî gelir kapısı elde etmiş olur.

Hâl sahibi olmayabilir; ancak hâl sahiplerinin hâlinden istifâde edecek fırsatları gözetir, ilim ve irfan halkalarının oluşmasına vesile olur.

Liyakatli bir insanın layık olduğu makama gelmesine yardımcı olur ve böylece onun yapacağı güzelliklerin de ortağı olur.

Bunun gibi daha nice hayır yolları vardır ki, gönlünü bu hedefe odaklayan kimselere Rabbimiz sayısız ilhamlar lütfederek onların yolunu açar, işini kolaylaştırır.

Bir hayra vesile olmak, elbette büyük bir kazançtır; ancak bundan daha büyüğü insanları bir anlamda “hayır üretim merkezine” dönüştürebilmektir. Yani onun gönlüne hayrı sevdirmek, niçinini ve nasılını göstermek ve nihâyet onun iç motorunu çalıştırarak hayır ve hizmet eri olmasına vesile olabilmektir. Böyle bir hayra vesile olmak, elbette çok daha bereketli bir hayır kapısını açmak demektir.

Bu konuda güzel bir örneği burada paylaşmak isterim. Prof. Dr. Mahmud Kaya anlatıyor:

“Son dönemin iz bırakan muallimlerinden Mahir İz Bey’le ilk tanışmamız şöyle oldu. Sene 1960, 27 Mayıs İhtilâli olmuş, ben o zaman medrese talebesiyim. Klasik medrese sistemiyle hocalardan okuyordum. Bir taraftan da öğrenci okutuyorduk.

Şehzâdebaşı Câmii’nde, Hünkâr mahfelinin altında talebe okutuyorum. 40-50 civarında talebem var, ama talebelerimin çoğunluğu benden yaşlı. Dersi bitirdik, biz tam kalkmak üzere toparlanmaya başlayacağımız sırada, az ötemizde namaz kılan bir beyefendi namazını bitirdikten sonra kalktı yanımıza geldi:

“Evlâdım, ricâ etsem, az evvelki dersi benim için bir daha tekrarlar mısın?” dedi.

Hâlinden-kalinden çok kültürlü, görgülü bir İstanbul efendisi olduğu anlaşılan bu zata:

“Efendim, sizin yanınızda ders takrir etmekten teeddüb ederim!” dedim.

Israr etti:

“Hayır, evlâdım, rica ediyorum, maziyi yâd etmek istiyorum!” dedi.

O kadar kibar bir insandı ki, onu kırma imkânı yoktu. Aynı dersi bir kere daha takrir ettik ister istemez. Onu gücendirmemek için.

Biz dersi ikinci defa takrir edince, geldi, gözlerimden öptü ve:

“Evlâdım sen kimsin? Menşein nedir? Kimlerde okudun? Nerede yetiştin?” diye sordu.

Anlattım ben de işte, şuralarda okudum, şu şu zevattan ders aldım, filân dedikten sonra:

“Peki”, dedi, “âlâ, güzel, pek güzel; fakat bundan sonrası için bir plânın var mı? Pek güzel okuyorsun, okutuyorsun amma, bundan sonrası ne olacak?”

“İşin o tarafını hiç düşünmedim efendim! Biz böyle okuyup-okutup gidiyoruz işte! Şimdiye kadar istikbâle ait hiçbir plânım olmadı” dedim.

“Evlâdım”, dedi, “sizin bu ümmete daha verimli hizmet edebilmeniz için, lâzım olan bir takım şeyler var. Devir, diploma devri evlâdım. Devlet mekteblerinden de icâzet almanız lâzım sizin. Bu arkadaşların, talebelerin, ilkokul diplomaları, ortaokul diplomaları var mı?”

Talebelerimin durumu bir yana, benim bile İlkokul diplomam yoktu o tarihlerde.

“Yok”, dedim, “benim de yok, onların da yok!”

“Haaaa!” dedi, “O zaman, çok mühim bir iş var önümüzde şu anda! Ben İmam-Hatip Mektebi’nin Müdürüyüm! Sen yarın bir liste yap getir bana! Ben İlim Yayma Cemiyeti’yle görüşeceğim. Sizin için bir kurs açarız. Hepiniz dışardan imtihana girer, diplomalarınızı alırsınız. İlkokul, ortaokul, lise derken, dileyen, devam eder üniversiteye gider evlâdım! Yarın sizi bekliyorum. Bunu mutlaka yapmalısınız.”

Biz hemen bir liste yaptık ve ertesi gün gittik kendisine verdik. İlim Yayma Cemiyeti’nin Vefa’daki yerinde bir kurs açtılar. Bir taraftan kendi klâsik dersimizi sürdürdük, bir taraftan kursa devam ettik. O kursun neticesinde yüzün üzerinde arkadaş dışardan imtihana girmek suretiyle ilkokul ve ortaokul diploması aldı.

Böylece o zat, yani Mahir Hoca, büyük bir hayra vesile oldu. Eğer onunla tanışmasaydım, -ben bugün üniversitede anabilim dalı başkanıyım, bir kürsünün başındayım ve İslâmi Araştırmalar Merkezi’ndeyim- bu seviyeye gelemezdim.

Çok büyük fazîletleri vardı Hocamızın… Bir insanda bir kabiliyet gördü mü, onun elinden tutar, yol gösterirdi.”1

İşte bir mütefekkirimizin de dediği gibi “Bir yürek aşılarsınız onunla binlerce yürek aşılanır”. Ve böylece insan, ömrüne ömür katarak yaşar da yaşar.

1- Mustafa Özdamar, Mahir İz Hoca Belgesel, s. 162-164.


Adem Ergül 'ın Yazısı.